BENİM DOĞDUĞUM KÖYLER
“Benim doğduğum köyleri/Akşamları eşkıyalar basardı.
Bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem / Konuş biraz!” (Cahit Külebi)
Babam uzaklarda öğretmendi, dört-beş yaşlarındayken köyde bir süre babaannemle ikimiz kaldık. Babaannem, hamuru kestane yaprağına sarıp kızgın külde tandır ekmeği yapar, evin arkasında öten kargalara, tiz sesiyle “hayırlıysan bi daha öt, hayırsızsan kalk da git!” diye söylenirdi. Bazen “Acaba o kargalar bi daha ötmemiş miydi?” dediğim anlarda, geçmiş zamanın dut ağacına asılı salıncaklarına, ayakları çamurlu, kalpleri tertemiz arkadaşlarıma koşar, o diyarlardan sevinçler, gülmeler toplar gelirim. Dünyada hiçbir gülüş çocuklarınki kadar içten ve masum değildir.
Bir insanın anavatanı çocukluğudur, derler. Uzaklarda kalan solgun rengiyle soylu atların koşusu, bin bir renkten yaban çiçeklerinin kokusudur çocukluk; gözden uzaklaştıkça daha bir güzelleşir. Ne kadar zor şartlarda olursa olsun, yiyecek birkaç lokması, oynayacak bir arkadaşı olan çocuk o harika esnekliğiyle kendini suyun üstünde tutup gülebilir. Afrika’nın, Pakistan’ın sokaklarındaki dünyanın o en beklentisiz yavruları, Norveç’in, Hollanda’nın her türlü maddi imkana sahip çocuklarından daha üretken, daha mutlu olabilirler. Belki o yarı aç çocuklar doğal ve basit, belki de daha özgür yaşadıkları için mutludurlar, kim bilir?
Benim doğduğum köylerde yoksulluk vardı, korku vardı. Bizler çelik-çomak’tan dokuz taş’a, misketten futbola, saklambaçtan köşekapmaca’ya türlü oyunlarla çevrede olup bitenlerin pek farkında olmazdık. Kırda, bayırda, bahçede, ağaçlarda, derelerde, bir tahta köprünün gölgesinde dünyayı unuturduk, cennet çocuklukta gizliydi sanki.
Salkım saçak duvarları, rengarenk bahçeleri, ahşap evleri, yanı başımızda uyuyan kedimizle, hırçın denizi ve ürpertileriyle, gazlı lambaları, teneke saksıları, yağmur sesini kucaklayan toprak kokusuyla, kızaran ufkun hüznüne karışan akşam ezanlarıyla ilk aşkımızdı çocukluğumuz. Yorgunlukları, korkuları, hüzünleri sabahın ilk ışıklarında yıkayıp hayata her gün yeniden başlamaktı.
60’larda benden on beş-yirmi dakika önce tek yumurta ikizim Şensel doğmuş. Arkadan ben de gelince annem, “ikisine birden nasıl bakarım” diye üzülmüş. Aynı zamanda ebemiz de olan babaannem beni kendine almış, ben babaannemin oğluydum yani, bunu hep keyifle anlatırdı…
Evimiz, yamaç bir mısır tarlasının başındaki düzlükte, dut ve incir ağaçlarıyla çevrili, iki katlı, kagir bir ev; üç oda, bir salon. En küçük odadaki sedirde babaannem, yer yataklarında da ikizim ve ben yatardık. Bahçemizden minik ellerimizle topladığımız meyve ve sebzelerin enfes kokularıyla ay ışığının ve yıldızların doluştuğu odamızda, kavak dallarının penceremizdeki hışırtıları arasında uyumak bir masal bahçesinde uyumak gibiydi. Evet, çocukluk bir masaldı!..
Her akşam bitkin yatar, sabah erkenden babamın açtığı radyodan Özay Gönlüm’ün veya Neşet Ertaş’ın türkülerine eşlik eden horoz sesleri ve yüzümüzü okşayan seher yeliyle uyanırdık.
Babaannemin lakabı “çavuş”, köyümüzün adı da tesadüfen Çavuşbaşı idi. Köyümüz, Çamaş nahiyemize (şimdi o da ilçe oldu) altı kilometre, ilçemiz Fatsa’ya 14 kilometre uzaklıkta idi. İlçeye yılda birkaç defa giderdik. Patika yolda 30-40 dakika yürüdükten sonra boyası dökük, burunlu bir otobüsle veya bir kamyonla eğri-büğrü, stabilize bir yoldan varırdık Fatsa’ya. Otobüste oturacak bir koltuk bulmuşsak en tatlı uykularımızı uyurduk. Fatsa’yı ve denizi görmek bir başkaydı: iskelesinden balıklama atladığımız, taş sektirdiğimiz, hayal kurduğumuz, hüzünlendiğimiz engin mavilik…
İlkokulumuz da evimize iki kilometre uzaklıktaydı. İlk sınıflarda iki tarafı ağaçlık yolu, omuzumuzda bir soba odunuyla güç bela çıkar, dönüşte güle oynaya inerdik. Baharları yol kenarında boy gösteren mor süsen (iris) çiçeklerine bayılırdım. Hava kararmışsa ölülerin dirilme ihtimaline karşı bir gözümüz mezarlık tarafında yürürdük. Ağaçların arkasından “kanun kaçaklarının” çıkmasından da korkardık.
Okulumuz, yokuşun ortasındaki geniş, düz, çimenli bir bahçede, bütün okullar gibi duvarları fiş ve resimlerle dolu, tek katlı, sarı boyalıydı. Müdürümüz herkesin ödünün koptuğu babamdı; şöyle bir bahçede görününce koşuşmalarımız ağır çekime dönüşür, diğer öğretmenler bile usulca köşelere çekilirdi.
Doğup büyüdüğümüz yerlerdeki ilk yaşantılar, ilk öğrendiklerimiz, ilk zorlanışlar hayatımıza damgasını vuruyor.
Bölgede Cumhuriyetle birlikte ilk açılan okul bizim köyümüzünki imiş; o yüzden babam dahil en fazla öğretmen de bizim köyde yetişmiş. Çevre köylerdeki kimi çocuklar gelebilirlerse saatlerce yürüyerek ya da anne-babalarının sırtlarında okula gelirlermiş.
Benim doğduğum köy(ler)de, elektrik yoktu, araba yolu ve bakkal da…Ama ağaçlar, dereler, tepeler, hayvanlar çoktu. Pınarın suyu yosunlu ama soğuktu. Değil televizyon, çoğu evde radyo, insanların çoğunda kol saati ve hiçbir evde telefon yoktu.
Kara sabanı, değirmeni, dibek taşını, temizlik kilini, çıkrıkla yün eğiren nineleri, bakır kalaycılarını hatırlıyorum. Bilaloğlu Ali amcanın kara sabanla toprağı sürerken öküzlere sövüp saymasını…
Buralarda köy hayatı ortaktı. Havaya sıkılan kurşunlar, yüzülen-balık tutulan dereler, kumda futbol, karın doyurulan kiraz, dut, incir, elma her türden meyve, böğürtlenler, sütüne doyamadığımız inekler, değirmenler, kaynak suları, kimi kışlar kapanan patika, çamurlu, karanlık yollar, kara lastikler, imeceler, tarla kavgaları, mısır, fındık, ıslıkla söylenen türküler…
Ben küçükken toprak kazmayla kazılır, yakacak odun baltayla kesilirdi. Mısır öğüttüğümüz değirmende suyun çarka vuruşu, sırılsıklam ıslandığımız yağmurlar, annemin bizi sarıp sarmalayıp sobanın yanı başına oturtması hep birer maceraydı. Her bahar deredeki sel suyundan odun kapma sevdamız, ürkek, esmer yüzlü Nuriye teyzeyi sele kaptırdığımız gün ağıtlarla son buldu.
Hüzün, mahrumiyet, şiddet, doktorsuzluk, erken yaşta ölümler, jandarma korkusu, kadının ameleliği de ortaktı. Köyümüzde üretilmeyen çayı, buğday ekmeğini, kavunu, karpuzu yılda bir-iki kere gören hatta görmeyen komşular bilirim. Şehre “gezmek için” giden kadın olmazdı ama evimizin az ötesinde Tireki mahallesinde kadınların akşam kavgaları kuraldı.
Mısır ekmeği, yayık ayranı, üzüm ve dut pekmezi, kara lahana, ipte kurutulan biber/patlıcan/fasulye, ay ışığında çeşme yanı ergen sohbetleri, mısır püskülünden sigara, kıvrımlı, taşlık, kara sinekli toprak yollar, soğuk kış geceleri, tavşan ve kuş avlamak, sobalı odalar, gazlı lambalar, cam enjektörler, cıvıl cıvıl yazlar, balık kokulu dereler, gazel dolu bahçeler, günlerce bitmeyen yağmurlar, dumanlı dağlar ortaktı.
Bilmem ki coğrafya kader miydi? Değildi ama…