KÜLTÜR VE RUH SAĞLIĞI: TÜRK PERSPEKTİFİ

 

                              KÜLTÜR VE RUH SAĞLIĞI

                                                 Prof. Dr. Rüstem AŞKIN

Kültür, toplum üyelerince paylaşılıp aktarılan, öğrenilmiş davranışlar strüktürüdür (Linton, 1945, Hofstede, 1984); bir toplumun veya sosyal grubun ayırt edici yaşam tarzı, değer sistemleri, gelenek ve inançları, sanat ve edebiyatı, entelektüel ve duygusal özellikler kümesidir (UNESCO, 2002); ethnisite, ırk, din, yaş, cinsiyet ve aile değerlerini de içerir (Eshun & Gurung, 2009). Kültürün statik bir olgu olmayıp belli bir ülkeye, bölgeye, ırka özgü kültür tanımlaması da gerçekçi olamaz. Bir ülkenin belli bir kenti, o kentin bölgesi, orada yaşayanların mesleki, ekonomik ve ailesel konumları gibi birçok etken yaşama biçimini etkilemektedir. Globalization, göç, akültürasyon, asimilasyon, geçiş kültürleri de aynı toplumda önemli farklılaşma nedenleridir (Eshun & Regan).

Psikolojik boyutuyla kültür, bireylerin semptomları dışa vurma, anlatma, sorunlarla baş etme, yardım arama davranışlarını etkiler. Farklı kültürel gruplar farklı stresörlerle yaşarlar; örneğin, sosyoekonomik düzey düştükçe bireylerin stres düzeyleri artar (Gurung and Roethel-Wendorf.). Kültüre bağlı sendrom olarak en çok incelenen, Taijin Kyofusho (TKS), vücut kokusu veya biçimiyle başkalarını rahatsız edeceği veya utandıracağı kaygısını anlatan, sosyal fobinin bir varyantı olan Japon sendromudur.

Ruhsal sağlık, bireyin iç dünyası ve kendiyle çevresi arasındaki denge durumunu ifade eder. Dünya çapında yaklaşık 450 milyon insan zihinsel veya davranışsal bir bozukluk, 200 milyon insan uyuşturucu ve alkolle ilişkili ciddi ruhsal sorunlar yaşamaktadır. Sosyopolitik çatışmalar, artan huzursuzluk ve nüfusun yaşlanması bu sayıları daha da artırabilir (WHO, 2022).

Dünyanın çoğu ülkesinde ruh sağlığı modellerine iki ana yaklaşım hakimdir: batılı, kanıta dayalı tıbbi yaklaşım ve geleneksel/yerel şifa arama yaklaşımı. Esasen ruhsal sorunu olan çoğu bireyin kanıta dayalı bakım alma şansı yoktur. Bu da inanç şifacıları, kahinler/ ruhaniyetçiler ve şifalı bitki satıcılarını içeren geleneksel yaklaşımı öne çıkarmaktadır. Öyle ki Dünya nüfusunun yüzde kırkı, ciddi ruhsal bozukluklar için birinci basamak düzeyinde tedavi alamamakta, ülkelerin yüzde 20’sinde birinci basamakta temel psikotrop ilaçlar dahi bulunmamaktadır (WHO, 2005). Nitelikli ruh sağlığı profesyoneli sayısı yalnızca az gelişmiş/gelişen ülkelerde değil, gelişmiş dünyada da yetersizdir (Patel, 2007).

Kültür ve Başa Çıkma

Sosyal destek ve aile işleyişi, travmatik stres tepkileri için köklü bir koruyucu faktör, sıkıntı ve iyileşmenin kritik yordayıcılarıdır (Sullivan, 1953). Batı dışındaki çoğu kültürlerde birçok rol ve işlevde başkalarıyla karşılıklı bağımlılığı/desteği vurgulayan kolektivizme karşılık, Batı kültürlerinde bağımsızlığı ve kendine güvenmeyi vurgulayan bireycilik öne çıkar. Kolektivist kültürlerde çare arama ve başa çıkma yöntemleri aileden, etnik gruptan destek arama, manevi temelli başa çıkma ve geleneksel şifa uygulamalarını içerir. Bireyci kültürlerde yaklaşma/yüzleşme, kolektivist kültürlerde kaçınma temelli başa çıkma stratejileri baskındır.

Psikoterapi de batı kültürüyle uyumlu biçimde bireyciliği ve kendini geliştirmeyi vurgulama eğilimindedir. Bireyci yaklaşım, bağımsızlığa, kendine güvenmeye ve rekabete; kolektivizm ise dayanışmaya, grupla uyuma atıfta bulunur (Jacob ve ark., 2007).

Genelleme yapmak gerekirse az gelişmiş ülkelerde çaresizlik, bağımlılık, tevekkül, duygusallık ve “cemaatçi” yapı öne çıkarken, kalkınmış toplumlarda özgüven, başarma hırsı, bağımsızlık, itiraz, rasyonellik ve bireysellik egemen öğelerdir.

Hint perspektifi

Hint psikolojisinin kökleri Vedalar, Yoga Sutralar gibi dini metinlerde izlenebilir. Kişilik, davranışlar, uyuşukluk, canlılık, “karma” denen kader, doğum ve ölüm döngüleri dini öğretilerle açıklanır. Hastalık, geçmiş yaşamda yapılan yanlışların cezası olarak algılanır (Khandelwal ve diğerleri, 2004).

Geleneksel Hint tıp sistemi Ayurveda, fiziksel ve zihinsel hastalıkların anlaşılması için temel oluşturur. Bir kelimeyi (mantra) tekrarlayıp durmak (zikir), uğurlu taşlar, ayinler, adaklar, oruç, kutsama, tanrılara tapınma ve hac ziyareti gibi stratejilerle psikolojik ve tanımlanamayan anormalliklerle uğraşılır. Yoga da duruş, disiplin, derin nefes egzersizleri, konsantrasyon, meditasyon, aydınlanma gibi unsurlarıyla başka bir Hint yaklaşımıdır (Balodhi, 1987).

Hindistan’da ruhsal hastalıklar da doğaüstü güçlere atfedilir. Bazı Hindu tanrılarının insanları kötü güçlere karşı koruduğuna inanıldığı için, rahipler ve dini şifacılar, hasta ve ailelerine yardım eder. Hastalığı yapan iblisler ve ruhlarla “müzakereler” yoluyla tedavi yürütülür. İlginç şekilde, çoğu insan açık mantıksal çelişkilere rağmen hem geleneksel şifacılara hem de modern uygulayıcılara başvurmaktadır (Prasadarao 2009).

DEMORALİZASYON

Öznel bir yetersizlik ve huzursuzluk duygusu, bıkkınlık, bezginlik, güçsüzlük ve cesaretsizlik halidir. Güncel olaylar, stres, hız, yalnızlık sıklıkla moral bozucudur. Keza stres, 21.yüzyılın en önemli sağlık risklerindendir. “Savaş ve kaç” tepkisine karşılık “Eğil ve arkadaş ol”, tavrının strese karşı tipik bir kadın tepkisi olarak evrimleşmiş olduğu öne sürülmüştür (Taylor, 2012).

 Postmodern çağda inancın ve kanaatin yokluğu, bir belirsizlik duygusunu ve duygusal kırılganlığı besleyebilir (Prasadarao 2009). Kimi zaman da kültür psikopatolojinin bir stresörü olabilir, yatkınlığı olan bireylerde ruhsal sorunları aktifleştirebilir (Gurung & Andela, 2009).

Dezavantajlı sınıflara mensubiyet, yoksulluk, şiddet, işsizlik (Kinderman, 2013), otoriterizm (Anuradha & Kumar, 2020) gibi koşullar yaygın demoralizasyon sebepleridir.

KRONİK DEPRESYON

Çoğu zaman depresif eğilimli bireylerin yer yer bir alt kültür grubu oluşturdukları söylenebilir. Bu kimseler yardım aramadıkları için sorunun önemi gözden kaçmaktadır. Bazı metal müzik takipçilerinin, satanizm, nihilizm, anarşizm, siyasal ve sosyal şiddet gruplarının ruh sağlığı her zaman tartışılabilir. Şiddeti, saldırganlığı, ayırımcılığı, hiçliği, çaresizliği empoze eden müziklerin dinlenme oranları bu sorunun yaygınlığı hakkında ipuçları verebilir (Miranda & Claes 2007).

Kronik depresyon kişinin alışılagelmiş benliğinin bir parçası olarak yaşanan, uzun süreli, dalgalı ve düşük yoğunluklu bir depresyon halidir. Bu türden hastalık/sağlık sınırının netleşmediği durumlar, uzmanları bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakır: kişilik patolojileri ile iç içe geçmiş ya da onlardan köken alan, tedaviye hatta tanıya dirençli bir ruhsal durum (Aşkın, 2007).

Toplumdaki yaygınlığı sınırlı olsa da (Keller ve ark., 1995) kronik depresyon zamanla bir yaşam biçimine dönüşerek insan mutsuzluğu ile örtüşmektedir. Sosyal zorlanma altında ve düşük eğitim düzeyine sahip bireylerde kronik depresyon çok daha yaygındır (Hussein ve ark., 2004).

İNTİHAR

Birlikte gruplandırıldığında oran olarak en yüksek intihar oranları yüksek gelirli ülkelerdedir: 100 000’de 10,9. İntihar yaşlı erkekler arasında en yüksek olduğu için yaşlı nüfusun yüksek olduğu ülkelerde intihar oranları da yüksektir. Bu ülkelerin veri kayıtları da daha düzgündür. Ne var ki toplamda Dünyadaki intiharların %77si düşük ve düşük-orta gelir grubu içindedir.

Modern toplumlarda intihar, sosyal bütünleşmenin zayıflaması, artan boşanmalar sonucu yaşamın düzensizleşmesiyle artış eğilimindedir. İslam’ın baskın din olduğu ülkelerde daha düşük intihar oranların bildirilmiştir (Lester, 2009).

İntihar davranışıyla ilişkili başlıca psikiyatrik etkenler, depresyon, özellikle umutsuzluk, nevrotiklik, kaygı, duygusal dengesizlik, alkol ve madde kullanımıdır (Lester, 2004).

İntihar Davranışı Motifleri Üzerindeki Kültürel Etkiler

Danimarkalı anneler suçluluk uyandırmayı başlıca disiplin yöntemi olarak kullanmasının, İsveç’li ebeveynlerin performans ve başarıya güçlü vurgu yapmasının intihara yatkınlaştırdığı öne sürülmüştür. Çoğu kültürde kadınlar erkeklerden daha fazla ölümcül olmayan intihar eyleminde bulunduğundan, bu tür intihar davranışlarının kendine zarar verme olarak yeniden adlandırılması, kadınlardaki “intihar davranışı” oranını aşağıya çekti (Lester, 2009).

HÜZÜNLERE GİDEN YOLLAR…

Yoksulluk, İnsan hakları

DSÖ, insan acısının azaltılması ve insan haklarının güçlü biçimde korunmasının daha iyi sosyal ve ekonomik sonuçlar ve daha sağlıklı psikolojiye götüreceğini savunmaktadır. Yoksulluk sosyal stresi kamçılayarak açık bir depresyon nedeni olabilmektedir (Mossakowski, 2008).

Yoksulluğun ruh ve beden sağlığını bozduğu, bu durumunsa yoksulluktan kurtulmayı daha da engelleyerek bir kısır döngü yarattığı görülmektedir. Ekonomik eşitsizlik, yoksulluktan bağımsız olarak daha fazla depresyon, uyuşturucu ölümleri, çocuklarda eğitimsel ve ruhsal sorunlar ve çocuk cinayetleriyle ilişkilendirilmiştir (Simon, 2018).

Yoksulluğun ruh sağlığını bozucu etkenleri arasında kronik ve akut stres, hipotalamik-hipofiz-adrenal (HPA) eksen değişiklikleri, doğum öncesi ve doğumdaki olumsuzluklar, yetersiz beslenme ve toksin maruziyeti (örn. kurşun) sayılabilir. Ailesel stresörler, ebeveyn psikopatolojisi (özellikle depresyon), düşük ebeveyn sıcaklığı, düşmanca ve tutarsız ebeveynlik, düşük uyarımlı ev ortamları ve çocuk istismarı ve ihmalini içerir (Patel, 2007)

Mahrum Mahalleler (Varoşlarda yaşamak)

Kentlerin yoksul mahallelerindeki olumsuz akran etkileri, sosyal networkler, güvenlik/suç/zorbalık riskleri, sosyal izolasyon ağır ruhsal tehditlerdir (Simon, 2018). Gökdelenlerle bitişik gecekondu semtleri, yetersiz altyapı ve eğitim hizmetiyle, gelişimsel ve entelektüel yetersizliğiyle her açıdan istismara açık, politikacılar ve özellikle çeteler için kullanışlı gençler üretmektedir. Politikacılar oradaki insanları nefretle değil uygun altyapı ve sağlıklı gıdalarla beslemelidir.

 Ayırımcılık algısı

Ruhsal sorunlar, özellikle depresyon için kronik stres faktörlerinden biri, ayırımcılık algısıdır. Ayrımcılık stresinin etkilerinin erkekler üzerinde daha şiddetli olabileceğine dair kanıtlar vardır (Cassidy ve ark., 2004). Akıl hastalığına iliştirilen damgalama, dünyada önemli bir sorundur ve insanların hastalığı saklama ve tıbbi yardımdan kaçınmasıyla sonuçlanmaktadır.

İlk travma, ilk acı 

Kimi psikanalistler, sıcak ve korunaklı anne karnından soğuk ve düşmanca dünyaya gelişi travmatik bir ayrılık olarak tanımlar (Rank, 2017). Mistiklerse Tanrı’dan kopup yeryüzüne fırlatılmanın hüznünden söz ederler.  Sufi düşünür Rumi, bu acının metaforu olarak kamışlıktan koparılan Ney’in inleme sesini kullanır (Mevlâna, 2016).

AİLE: BÜYÜK AVANTAJ, BÜYÜK RİSK

Sağlıklı bir aile, üyeleri için güvenilir ve vazgeçilmez bir dayanma hattı iken, dağılmış ve çatışmalı aile ortamı, belirgin ruhsal-davranışsal sorunlar oluşturmaktadır (Behere et al., 2017).

Gelenekselliği baskın olan toplumumuzda, ailelerin çocuklarına düşkünlüğü alkışlanmaya değerse de abartılı ilgi çocuğun bireyleşmesini ve baş etme yetilerini bozabilmektedir (Sümer ve ark., 2010). Bu durum bireyleri kendi başına yaşayamayan, karar veremeyen, sorumluluklarını üstlenemeyen, özgüvensiz, dayanıksız, bazen suça meyilli insanlara dönüştürebilir.

Çocuklarına karşı önceleri yüceltmeci sonra yakınmacı tutum klasik bir Türk ailesi tutumudur.

BEKLENTİLER …

Globalization ve sınırsız iletişim yaşam beklentilerini ve buna bağlı gerlilimi yükseltmektedir. Sosyal medyadaki tüketim şovları insanlarda her gün yeni bir düş kırıklığı, kendine acıma ya da öfke sebebi olabilmektedir. İnsan yapımı kötülükler ve kültürel anomi, tsunami potansiyeli içeriyor. Gençler ve ergenler ateş altındaki kesimdir.

Zayıf sosyo-ekonomik kesimlerdeki çoğu insan da doğup büyüdükleri koşulları kabullenerek, dayanışarak, gerçekçi ve küçük beklentilerle ruh sağlığını koruyabilmektedir (Aşkın, 2007).

İLİŞKİLER, GELENEKLER

Ruh sağlığı için en anlamlı öğeler, içten insani ilişkiler ve arkada bırakılacak izlerdir.

“İnsanları hasta eden yine insanlardır” kuralı (Sullivan, 1953), hoş görünün ve diğergamlığın minimuma indiği toplumlarda daha da belirginleşiyor. Kentleşme/kurumsallaşma yönünden geri kalmışlık, insanlardaki saygı ve güven ilişkisine ağır hasar veriyor, sindiriyor, “hasta” ediyor.

Kültür ve gelenek kimlik oluşumu için önemlidir.  Orta sınıflar, geleneği ılımlı ve insancıl yorumlarla taşırlar. Katı ve akıldışı, cehaletten köken alan töresel öğeler ağır toplumsal baskı doğurabiliyor. Cinsiyetçilik, hak arama yollarının kısıtlı olduğu kimi bölgelerde inanılmaz bir doğallık ve gayri insanilikle uygulanabiliyor. Özellikle cinsiyete göre çifte standartlı “namus” töresi, ürkütücü sonuçlar doğurmaktadır (TBMM, 2005).

Özveriye, başkalarının sevgi, istek ve beklentilerine odaklı depresif kişilik profili kültürümüzün iyi insan tarifiyle örtüşmektedir.

Ahlaki değerlerdeki zayıflama, batıda hukukun güçlenmesiyle dengelendi. Az gelişmiş ülkelerde ise hukuku ya da ahlaki değerleri yalnızca zayıf gruplar savunmaktadır. Bir toplumda gerçek bir hukuk yoksa başka bir olumluluktan söz edilemez.

BEDEN ALGISI VE YEME BOZUKLUKLARI

Beden biçimi ve kiloya ilişkin tercihler, kültürler ve etnik gruplar arasında farklılık gösterir. Sosyal medyada oluşan “ideal beden” vurgusu, beden algısı ve yeme davranışını zedelemektedir.

Anoreksiya nervozanın tanı kriterlerinden “şişmanlama fobisi”, kültüre bağlı bir semptom olabilir, çünkü farklı kültürlerde tutarlı biçimde bulunmamaktadır (Banks, 1992).

Yeme bozukluğunun nadir olduğu Fiji tolumuna televizyonun tanıtılmasından üç yıl sonra, ergen kadınlarda yeme sorunlarında artış gözlendi. Genç kızlar batıdaki standartları kendileri için birer şablona dönüştürmüşlerdi (Becker ve ark., 2002).

DİNLER VE İDEOLOJİLER

 Din, kültürün ana öğelerindendir. Zaman içinde geleneksel veya batıl inançlar(hurafeler) toplumlarda orijinal dini öğretilerden baskın hale geldi. Her çağda Tanrı adına konuştuğunu iddia eden, çoğu muhteris, bir kısmı akıl hastası kimseler, “günah/ateş/azap” gibi kavramları bir sopa gibi kullanarak halka umutsuzluk, korku ve güvensizlik saldılar, insanlar örselendi.

18 ve 19. yüzyılda Batı ülkelerindeki sosyopolitik değişimler ve Aydınlanma felsefesiyle birlikte tüm psikolojik süreçlerin doğal sebepleri olduğu düşüncesi gelişti. Çoğu doğu-ortadoğu toplumlarında ise ruhsal sorunlar genellikle şeytan ve cinler, iyi ve kötü, Tanrı ve melek kavramlarıyla açıklandı. Bugün bile İstanbul’un gelişmiş semtlerinde Şaman, Budist, Taoist, astrolog, aile dizimi, enerjici, büyücü ve muskacı gibi iyileştiriciler(!) başı çekmekteler.

Psikodinamik modeller dini açıklamakta baba figürü, anne figürü, nesne ilişkisi, bağlanma teorileri gibi kişisel gözlemlere dayandı. Davranışçı, bilişsel vd. modeller de dini kendi perspektifleriyle açıklama yoluna gittiler; gerçekte başka türlüsünü de bilmiyorlardı. Tanrı’nın olmadığını düşünen yazarların insanların “olmayan bir şeye neden inandıklarına” dair kavramsallaştırmaları öznel, ideolojik düzeyde kaldı. Frankl, dine ve Tanrı’ya işaret eden çok az psikoloji bilimi insanından biriydi. Ellis, dinin psikolojik işleyişte zararlı olduğunu iddia ederken, Jung ve Allport dinin anlam ve istikrar unsuru, hem stresör hem de strese karşı tampon olabileceğini savundu.

Ruhsal yaşamda biyolojik etkenlerin rolü anlaşıldıkça “sanrıların /ses işitmelerin”, bağlanma teorileri ya da doğaüstü güçlerden değil nörokimyasal dengesizliklerden kaynaklandığı fark edildi.

Ne var ki 20. yüzyılın sonlarına doğru yine bir dizi sosyal, politik ve ekonomik olay, natüralist bilimin ve onun ahlak/değer sisteminin geçerliliğini sorguladı. Mutlak tarafsız ve ampirik bir bilimin olmadığı, araştırmacının varsayımlarının araştırmanın her unsurunu etkilediği gösterildi. DSM gibi temel tanı araçlarındaki revizyonlar, bilimsel verilerden çok batıdaki siyasi ve sosyokültürel değişikliklerle ilişkilendirildi (Priester ve ark., 2009).

Din ve ruh sağlığı ilişkisinde din, dindarlık gibi tanımlardaki belirsizlik sağlıklı değerlendirmeyi engellemektedir. Bu alandaki araştırmaların meta-analizine göre dindarlık ve psikolojik işlevsellik arasında orta derecede pozitif bir ilişkiden söz edilebilir. Kişisel adanmışlığın en büyük varoluşsal tatmini ürettiği söylenebilir. Ruh sağlığı için olumlu dindarlık türü içsel ve sahici; olumsuz olan “dindarlık” ise dışsal/hesapçı ve güvenlikçidir (Hackney&Sanders, 2003).

Psikoterapi Sürecinde Din

Ellis’e göre klinisyen, “mutlak gerçekler yoktur” mottosuyla danışanların Tanrı inancını terk etmesine yardımcı olmalıdır. Oysa tam aksine, klinisyenin danışanın dünya görüşüne, inançlarına saygı duyması kuraldır (APA, 2002); klinisyen Tanrı’yı reddederken kendini Tanrı’laştırmaya soyunmamalıdır.

Terapistler, dinin özgün/yalın haline vakıf olursa çarpıtılmış ve zihin sağlığını da olumsuz etkileyen dini düşünceler (hurafeler) hakkında maharet kazanabilirler. Kimi hezeyanlar, kompülsif katılıklar, özenilecek, “güçlü dindarlık” işaretleri olarak algılanabilir. Birçok dindar insan, terapiye başvurmayı dahi “tevekkülsüzlük” sanabilir. Mistik, gizemli, yer yer cehaletle inancı özdeşleştiren anormal yaklaşımlar, sağlıklı çare arama yollarını tıkayabilir.

Din ruh sağlığını güçlendirici kognisyonlar üretebilir, alkol, madde kullanımı ve stres verici yaşam olaylarına karşı sıklıkla koruyucu işlev görür. Katoliklik ve Yahudilik gibi bazı inançlar mental sağlığı olumsuz etkileyecek biçimde suçluluk empoze eder. Kimi dini gruplar hastalığı Tanrının cezalandırması biçiminde değerlendirip yıkıcı olabilmektedir (Goffredo & Simon, 2007).

Türk perspektifi

Dini ağıtlara salmak

Yas ve keder, Hristiyanlık ve Yahudilikte olduğu gibi bazı İslam mezheplerinde de dini yaşantının zeminini oluşturur; bu grupların dini törenleri bazen bir cenaze törenini andırır. Sürekli anılan travmalar, toplumda örtük bir “gülme yasağı” oluşturmaktadır. Arabeskten bozma ilahiler, dini mesajı çarpıtan keyfi yaklaşımlar insanlarda inanç karmaşası da oluşturmaktadır. Kültürümüzün bir ürünü olan “acıyı bal eylemek” sözü, travmatik çağların kuytularından gelen bir çığlıktır.

“Izdırap” felsefesi, hüznü yayarken depresif bireylere de hastalıklarını “sevap”, “hikmet” olarak algılayabilecekleri bir zemin sunabilir. Dinlere sızmış hurafe ve hayaletlerle dolu anlayış, sayısız obsesyonel/fobik inanç, orijinal dini maskeleyebilmektedir. Eğitim düzeyi zayıf kitleler için, “büyükler ne derse ona inanmak” araştırmaktan çok daha konforlu bir yoldur.

Mistisizm: Yavaşlığın konforu

Uzak doğu inançlarında baskın olan Mistisizm tüm dinlerin içerisinde vardır. Aşırı dünyevileşmeye ya da hırs dolu çalışmaya tepki olarak ortaya çıkmış içe dönük yaşam, dünyayı ya da kendini önemsizleştirmeyi, vazgeçme kültürünü desteklemiştir.

Mistiklik bazen miskinlikle örtüşerek, patolojik davranışları ve anlatıları kutsayabilmektedir. Mistiklerde gözlenen algısal değişikliklerin psikoz sanılması kadar psikozun “ermişlik” hali sanılması da dramatik sonuçlar doğurabilmektedir.

Dünya tarihinde tarikatlar, 12.yüzyıla kadarki türbülansta çekim merkezleri olmuş ve sonrasında uzun bir sessizliğe bürünmüşlerdir. 18. yüzyılla hızlanan toplumsal kargaşa, karamsarlık ve ümitsizlik atmosferinde işlevsel ve reaksiyoner niteliklerini yeniden kazanan tarikatlar, çöküş ve yozlaşmaya bir tepki iken zaman içinde yozlaşmanın parçası olmaktan uzak kalamamışlardır (Taş & Güvendi, 2020). Mehdi, Mesih, peri, büyü, keramet, hayalet, alamet gibi kavramlar, itiraz edenin kafir ilan edilebildiği, insanların hayatını etkileyebilen öznel, belirsiz kavramlardır.

Cemaatler

Türkiye’de yaşam biçimleri benzeşen insanlar ister dini ister seküler olsun “cemaat” formunda kümelenmiş ve ötekilere yabancılaşmıştır. Dini cemaatler de iyilikte yarışma ilkesiyle yola çıkmış, ruhsal/sosyal yardımlaşma örnekleridir. Ne var ki her grubun denetimsizliği ve aşırı güçlenmesi, doğal olarak dejenerasyonu ve dolayısıyla huzursuzluğu besleyebilmektedir.

Kimi gruplar başka hiç kimseye karşı kullanmadıkları “kafir, mürtet, dinsiz, zındık, sapkın, hain” gibi ifadeleri diğer dini gruplara karşı hoyratça kullanabilmektedir. Kimi dini grupların su-i zan, yaftalama, haset, gıybet, yalan, iftira gibi İslam’ın sert biçimde yasakladığı yöntemleri kullanması, meselenin dini olmaktan çok öfke ve çıkar kaynaklı olduğunu düşündürmelidir.

Din adına şiddetin meşrulaştırılması, İslam dünyasının gelişimini ve zihin kimyasını altüst etmiştir.

Şiddet ve istismar içeren söylemler, Batıda hukuk, rasyonalizm ve sekülerizmle birlikte azalmıştır.

Türkiye: Önyargıların savaş alanı.

Yüzyıllarca sürmüş yenilgiler, kayıplar, yoksulluk ve cehalet eseri olan gerilimler, otoriter tutumlar, adil paylaşmaya susamışlık, düş kırıklıkları, travmalar, kutuplaşma ve çatışmanın zeminini oluşturdu; bu zemin kültürümüze ve ruh sağlığımıza ağır hasar verdi.

Değer yargıları, dünyayı algılayışı ve siyasi tercihleri ile birbirinden ayrışmış iki farklı toplumsal yapı oluştu (Çarkoğlu & Toprak, 2006). New York Times’ta yer alan bir başlık sarsıcıydı: “Ne keder (Büyük Ankara katliamı) ne de zafer (Nobel Kimya ödülü) birleştirdi Türkleri’’.

Kapalı devre iki toplumlu yapılanma içinde uzlaşmayı küçümseyen uç unsurlar toplumsal barışı bozdu. Barış içinde yaşamayı arzulayan geniş kitleler korku ve umutsuzluğa kapıldı. Hala geçmişteki liderlerin hangisinin üstün olduğunun kavgasını veren bir entelektüel sığlık içindeyiz.

İnsanları sevmek ve hoşgörülü(!) olmamız için tek şartımız var: “bizden olmaları”. Diğerini anlamaktan çok, ideolojik bir zıtlaşma dili, irrasyonel-duygusal tepkilerle dolu “kurban” psikolojisi. Bu kör döğüşü dünyamızı ve ruhumuzu karartmaktadır. Dünya Mutluluk İndeksinde 146 ülke arasında 112. (Kemp, 2021), En Öfkeliler Skalasında ise 8. sıradayız (Gallup, 2019).

Türk toplumu, Osmanlının son döneminden bu yana her iktidar döneminde tattığı kısa özgürlük dönemleriyle kısmi bir demokrasi bilinci kazandı. Ne var ki hızla otoriterleşen yönetimlerle “travma-kutuplaşma” sarmalında yaşayan bir toplum ürettik. İnsanların “yaşamak için susması”, boyun eğmesi, neşesiz, güvensiz bir toplum doğurmaktadır. Etkin bir hukuk sistemi ve sağlıklı kurumlar oluşturamayan az gelişmiş ülkelerde otoriterlik el değiştirerek devam etmektedir. “Hayatımız bizim olan tek şeydir” (Ortega)

İDEOLOJİLER: MODERN DİNLER

Modern zamanlarda militarism, faşizm, teknolojizm, nasyonalizm, tüketim çılgınlığı, fundamentalizm, new ageizm, çilecilik ve psikolojizm gibi “yalancı din”lerin yükselişine tanık olduk (Drazenovich & Kourie, 2010).

İdrakimize giydirilen deli gömlekleri (Meriç, 2004) olan ideolojiler, daha çok kaygılı, özgüvensiz kişileri büyüleyerek (Stone Schaffner, 1988), tuhaf peygamberleriyle birlikte geçip gittilerse de kendi başına var olamayan bireylerde varlıklarını hala sürdürmektedir.

Adil bir dünyanın olmadığı ve asla olmayacağı gerçeği, “ezilenlerin ya da öfkenin dini” olarak ideolojileri üretti. Ruhbanları aracılığı ile sert-acımasız bir süper ego, sayısız “hain” ve “dönek”, insanlarda ölçüsüz suçluluk duygusu oluşturuldu, acımasızca kan akıtıldı. İdeolojiler yerleşik düzenleri salladı ama her devrim yalnızca yeni diktatörler doğurdu.

MODERNİZM: KÜRESEL KÜLTÜR/SOSYAL MEDYA

Özellikle geçiş kültürlerinde küreselleşme, kültür etkileşimi ve kültürsüzleşme, savunmacı ve fundamentalist değerleri ve gerilimi artırdı. Geleneksel destek sistemleri sarsıldı, aynı ailede bile kültürel farklılaşmışlık, çatışma, huzursuzluk ve ruhsal sorunlar doğdu (Bhugra, 2014).

Gitgide daha fazla hissedilen yıkıcı rekabet, tüketim hırsı, gelir uçurumu ve bireyciliğle plastik ve narsistik bir çağı yaşamaktayız. Referansları olmayan, ürkütücü bir özgürlük yanılsaması. Gerçek olay ve insanlara değil medyadaki imajlara maruz kalmaktayız.

Dünya nüfusunun %53’ünün kullandığı sosyal medya (Kemp, 2021), haber alma fırsatını ve bireysel özgürlükleri genişletirken, yanlış bilgi akışları, algı operasyonları, bilgi hırsızlığı, suç, terör, nefret söylemleri, mitler, yalan ve spekülasyonlarla ürkütücü bir atmosferdir (Fuchs, 2016). Sosyal medya, bilgi ve gürültü kirliliği, şaşırtıcı bakış açıları, yarış, kıyaslama, şov ve tüketim odaklı yapısı ile yapay varlıkların rol model olduğu bir “zombi”leşme arenası, aynı zamanda bağımlılık, dikkat dağınıklığı, depresyon ve anksiyete nedeni (Keles ve ark., 2019).

Modern zamanlarda sosyal bağların sanal aleme kaydığını, gerçeğin yerini algıya bıraktığını, sahiciliğin, dayanışmanın, barışın birer tören cümlesine dönüştüğünü izliyoruz. Yeni yüzyılın eteklerinde postmodernitenin, gerçek ötesi’nin rüzgarında savruluyoruz.

POSTMODERNİZM: KAHRAMANSIZ YAŞAMIN RAHATLIĞI

“Hepsi de uyar”

 İkinci Dünya Savaşı sonrası sahne alan Post modernizm, sanat, edebiyat ve bilimsel etikle ilgili inançların ve iyimserliğin kayboluşunu vurgular: her şeyi ve herkesi eleştirme, adeta hiçbir şeyi “doğru”lamama, kuralsızlık ve ilkesizlik. Post-modern bilincin özellikleri: boşluk, karamsarlık, duygusuzluk, kuşkuculuk olarak tanımlanabilir (Vattimo, 1988). Geleneğin sınırlarını yıkarken, sağlıklı bağları da koparmakta mıyız?

Kahramanların sıradan insanlardan farksızlığını yansıtan postmodernizm, “büyük anlatılara”, “büyük projelere”, “büyük ilkelere”, “Batı kültürüne” itirazdır. Akılcılık, pozitivizm-nesnel gerçeklik, değer sistemleri yanı sıra evrensellik, özgürlük gibi kavramların da kutsallığını reddeder. Yalnızca ahlakı değil bilimi de görecelileştirip self-referanslılığı esas alır. Hemen tüm bilimsel çalışmalar tutarsızlıklar göstermektedir. Postmodern çağ, kafası çelişik bilgilerle dolu bireylerin ön aldığı, parçalanmışlık hissi ve ruhsal krizler sunan bir dönem (Bessa et al., 2016).

Toplumların mal üretiminden bilgi ve hizmet üretimine kayması modern çağdan postmodern çağa geçişi anlatmaktadır. İstihdamdaki değişimin örneği, gece, hafta sonu, düzensiz saatlerde, mesai kavramının yok olduğu “esnek çalışma” veya “esnek sömürü” modelidir (Bourdieu, 1998). İş güvencesinin sürekli tehdit altında olduğu istikrarsızlık, belirsizlik ve çatışma, kaos veya rastgelelik postmoderniteyi en iyi tanımlayan kavramlardır.  Kültürle beraber düzen, yapı ve dengenin yok oluşu.

Çağın en önemli sorunu, değişimin baş döndürücülüğüdür. Hızlı değişim, korku, şaşkınlık ve kararsızlık üretiyor: Alışkanlık ve kurallar, kısa sürede tedavülden kalkıyor, ‘‘ruhlarımız arkada kalıyor’’. Süper egoyu yumuşatırken vicdanı öldürme riskini yaşıyoruz.

KAYNAKÇA

Abdel-Khalek, A. M. (2007). Religiosity, happiness, health, and psychopathology in a probability sample of Muslim adolescents. Mental Health, Religion & Culture, 10 (6), 571–583. https://doi.org/10.1080/13674670601034547.

Anuradha. S, Kumar RU (2020). Effects of Oppression on Mental Health. European Journal of Molecular & Clinical Medicine. 7: 4902-4905.

Aşkın R. (2007). Kronik Depresyon. Psikiyatri Temel Kitabı. HYB Basım Yayın. Ankara.

Behere, A. P., Basnet, P., Campbell, P. (2017). Effects of Family Structure on Mental Health of Children: A Preliminary Study. Indian Journal of Psychological Medicine, 39(4), 457–463. https://doi.org/10.4103/0253-7176.211767.

Balodhi, J. P. (1987). Constituting the outlines of a philosophy of ayurveda: Mainly on mental health import. Indian Journal of Psychiatry, 29, 127–131.

Bessa, Y., Brown, A., & Hicks, J. (2016). Postmodernity and Mental Illness: A Comparative Analysis of Selected Theorists. American International Journal of Contemporary Research, 3(4).

Bhugra, D. (2014). Globalization, culture and mental health. International Review of Psychiatry, 26(5), 615–616. https://doi.org/10.3109/09540261.2014.955084

Çarkoğlu, A., & Toprak, B. (2006). Değişen Türkiye’de din, toplum ve siyaset. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı.

Drazenovich, G., & Kourie, C. (2010). Mysticism and mental health: A critical dialogue. HTS Teologiese Studies / Theological Studies, 66(2). https://doi.org/10.4102/hts.v66i2.845

Eshun, S., & Gurung, R. A. R. (2009). Culture and Mental Health: Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Wiley.

Fuchs, C. (2016). Sosyal Medya. Eleştirel bir Giriş. Çev. Saraçoğlu D, Kalaycı İ. NotaBene Yayınları.

Gallup, Inc. (2019). Gallup 2019 Global Emotions Report. https://www.gallup.com/analytics/349280/gallup-global-emotions-report.aspx

Goffredo, B&Simon, D. (2007). Religion and mental health . In: Culture and Mental Health. A comprehensive textbook. Bhui K, Bhugra D. eds.  Edward Arnold (Publishers) Ltd: 47-53.

Gurung, R. A. R. & Andela, R-W. (2009). Stress and Mental Health. Sussie Eshun and Regan A. R. Gurung eds. Culture and Mental Health Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Blackwell Publishing Ltd.: 35-54.

Helliwell, J. F., Layard, R., Sachs, J. D., De Neve, J.-E., Aknin, L. B., Wang, S. (Eds.). (2022). World Happiness Report 2022. New York: Sustainable Development Solutions Network.

Husain, N., Gater, R., Tomenson, B., & Creed, F. (2004). Social factors associated with chronic depression among a population-based sample of women in rural Pakistan. Social Psychiatry and Psychiatric Epidemiology, 39(8). https://doi.org/10.1007/s00127-004-0781-1

Johnson, L. A., Bastien, G., & Hirschel, M. J. (2009). Psychotherapy in a Culturally Diverse World. Wiley-Blackwell EBooks, 115–148. https://doi.org/10.1002/9781444305807.ch7

Keles, B. Y., McCrae, N., & Grealish, A. (2020). A systematic review: the influence of social media on depression, anxiety and psychological distress in adolescents. International Journal of Adolescence and Youth, 25(1), 79–93. https://doi.org/10.1080/02673843.2019.1590851

Keller, M. B., Klein, D. N., Hirschfeld, R., Kocsis, J. H., McCullough, J. P., Miller, I. W., First, M. B., Holzer, C. E., Keitner, G. I., Marin, D. B., & Shea, T. (1995). Results of the DSM-IV mood disorders field trial. American Journal of Psychiatry, 152(6), 843–849. https://doi.org/10.1176/ajp.152.6.843

Kemp, S. (2022). Digital 2021: Global Overview Report. DataReportal – Global Digital Insights. https://datareportal.com/reports/digital-2021-global-overview-report

Kinderman, P., Schwannauer, M., Pontin, E., & Tai, S. (2013). Psychological Processes Mediate the Impact of Familial Risk, Social Circumstances and Life Events on Mental Health. PLOS ONE, 8(10), e76564. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0076564

Lester D. Culture and Suicide. Sussie Eshun and Regan A. R. Gurung (eds). Culture and Mental Health Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Blackwell Publishing Ltd. 2009: 35-54.

Markey Hood MA, Jillon S. Vander Wal, and Judith L. Gibbons (2009). Culture and Eating Disorders. Sussie Eshun and Regan A. R. Gurung (eds). Culture and Mental Health Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Blackwell Publishing Ltd. 35-54.

Meriç, C. (2004). Bu ülke. İletişim Yayınları.

Mevlâna Celaleddin Rumi (2016). Mesnevi. Akçağ Yayınları.

Miranda, D., & Claes, M. (2007). Musical preferences and depression in adolescence. International Journal of Adolescence and Youth. https://doi.org/10.1080/02673843.2007.9747981

Mossakowski, K. N. (2008). Dissecting the Influence of Race, Ethnicity, and Socioeconomic Status on Mental Health in Young Adulthood. Research on Aging, 30(6), 649–671. https://doi.org/10.1177/0164027508322693

Prasadarao P.S.D.V. (2009). International Perspectives on Culture and Mental Health. Sussie Eshun and Regan A. R. Gurung (eds). Culture and Mental Health. Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Blackwell Publishing Ltd.: 35-54.

Priester PE, Shiva Khalili, and Jose E. Luvathingal (2009). Placing the Soul Back into Psychology: Religion in the Psychotherapy Process. Sussie Eshun and Regan A. R. Gurung (eds). Culture and Mental Health. Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Blackwell Publishing Ltd.: 35-54.

Rank O. (2017) Doğum Travması. (Çevirmen Sabir Yücesoy). Metis Yayıncılık.

Regan A. R. Gurung., Angela Roethel-Wendorf (2009). Stress and Mental Health. Sussie Eshun and Regan A. R. Gurung (eds). Culture and Mental Health Sociocultural Influences, Theory, and Practice. Blackwell Publishing Ltd.: 35-54.

Sam, D. L., & Moreira, V. (2012). Revisiting the Mutual Embeddedness of Culture and Mental Illness. Online Readings in Psychology and Culture, 10(2). https://doi.org/10.9707/2307-0919.1078

Sartorius N. Foreword (2007). Culture and mental health: A Comprehensive Textbook. Bhui K, Bhugra D. (eds).  Edward Arnold (Publishers) Ltd: xv-xvı.

Simon KM, Michaela Beder, Marc W. Manseau (2018). Addressing Poverty and Mental Illness. Jun 29, Psychiatric Times, Vol 35, Issue 6.

Stone, W. F., & Schaffner, P. E. (1988). The Psychology of Politics (2nd ed. 1988). Springer.

Sullivan, H. S. (1968). The Interpersonal Theory of Psychiatry. W. W. Norton Company.

Sümer, N., Aktürk, E. G., & Helvacı, E. (2010). Anne-Baba Tutum ve Davranışlarının Psikolojik Etkileri: Türkiye’de Yapılan Çalışmalara Toplu Bakış. Türk Psikoloji Yazıları-TPD, 13(25), 42–61.

Taş, K. & Güvendi, T. (2021). DİN VE DÜNYEVİLEŞME BAĞLAMINDA TÜRK TOPLUMUNDA TARİKAT VE CEMAATLER. Tabula Rasa: Felsefe ve Teoloji, (34) , 29-34

Taylor, S. E. (2012). Tend and befriend theory. In P. A. M. Van Lange, A. W. Kruglanski, & E. T. Higgins (Eds.), Handbook of theories of social psychology (pp. 32–49). Sage Publications Ltd. https://doi.org/10.4135/9781446249215.n3

TBMM. Töre ve namus cinayetleri ile kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin sebeplerinin araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan (10/148, 182, 187, 284, 285) esas numaralı Meclis Araştırma Komisyonu Raporu 2005. https://www.tbmm.gov.tr › sirasayi › donem22 › yil01.

Vatan Gazete (2021). Ne keder ne zafer birleştirdi Türkleri!  https://www.gazetevatan.com/gundem/ne-keder-ne-zafer-birlestirdi-turkleri-873631

Vattimo, G. (1991). The End of Modernity: Nihilism and Hermeneutics in Postmodern Culture. Amsterdam University Press.

World Health Organization. (2022).  World mental health report: transforming mental health for all. https://www.who.int/publications/i/item/9789240049338

 

Z Kuşağını tanımak

Z kuşağını tanımak
Değerler, Tercihler, Görüşler

Yirmi beş-otuz yıllık dönemleri ifade eden kuşak kavramı,
Aynı dönemin ortak akımlarını, ortak süreç ve dönüşümlerini,
ortak keder ve sevinçlerini yaşamış bir nesli, jenerasyonu anlatır.
Yaşanan dönemin baskın çizgi ve renkleri, yaşayanlarda kendini açıkça gösterir.
Dünyanın tüm coğrafyasında aynı nesil aynı sosyokültürel süreçleri yaşamaz; “kuşaklar” bölgesel hatta ülkesel fark ve renkler de içerir.
Bulunduğumuz coğrafya kadar yaşadığımız dönem de kaderdir.

Bu araştırmada 19 ve 25 yaş aralığında yer alan, farklı sosyoekonomik bölgelerden 517’si kadın (%51,7), 483’ü erkek (%48,3) 1000 katılımcı üzerinden gençlerimizin beklentileri, kaygıları, değer yargıları, interneti kullanım amaçları, önem atfettikleri konular, siyasi eğilimleri ve siyasi liderlerden beklentileri, ülke dışında yaşama eğilimleri gibi özellikleri araştırıldı.

Özetle gençlerimizin kaygı duydukları konular içinde

ülkenin ekonomik durumu (%76,6),

gelecekleri (%72,4) ve

kariyer/iş imkânları (%68,5) en üst sırada yer alırken,

Ülke yönetimine talip liderden beklentiler içinde
İlk iki özellik
Güvenilirlik (%86) ile
Dürüstlük ve tutarlılık (%85,7) oldu.
Çalışkanlık, bilgi ve kültür de gençlerin liderde oldukça önemsedikleri özellikler arasındadır.

Katılımcıların en çok önem atfettikleri konular:

özgür olmak (%79,9),

adil ve refah içinde bir toplumda yaşamak (%79,4) ve

hayatına yön verebilmek (%73,8);

 

interneti en sık kullanma amaçları ise

sosyal medya takibi (%67,4) ve

sohbet etme/haberleşme (%52,8) olarak yanıtlandı.

 

Eğitim, iş gibi amaçlarla yurt dışında yaşamak isteyenlerin oranı %32 iken yine aynı amaçlarla yurt dışına çıkıp sonra ülkesine dönmek isteyen gençlerin oranı da %31,3 olarak bulundu.

Covid 19 pandemisi nedeniyle gençlerimizin %60 kadarı psikolojik durumlarının, %55 kadarı eğitim hayatlarının olumsuz etkilendiğini belirtti.

Gençlerimizce en yaygın siyasi eğilimleri:

Atatürkçü (%38,3),

Milliyetçi (%37,3),

Apolitik (%30,2) ve

Muhafazakâr (%27,8) olarak bildirilmiş olup,

siyasi eğilimlerinin toplumdaki genel dağılımla büyük ölçüde örtüştüğü görüldü.

Yalnızca 293 (%29,3) katılımcı hane gelirlerinin 10 bin TL ve üzerinde olduğunu,
geri kalanlar daha alt düzeyde ailesel aylık gelirleri olduğunu beyan etti.
Mali verilerin güvenilirliği tartışmalı olsa da bildirilen rakamlar nüfusun önemli bir kısmının oldukça düşük gelir gruplarında yer aldığını anlatmaktadır.
Kişisel olarak bir bilgisayara sahip olduğunu bildiren katılımcı oranı %71’dir:
Bu oran yeterli olmamakla birlikte, bilgisayar işlevi de gören “akıllı” telefonlar bu konudaki açığı bir ölçüde kapatmaktadır.

Gençlerimiz kendileri için en önemli 3 sorunu:
%69,3 oranında işsizlik,
%65,7 oranında yoksulluk,
%64,9 oranında ise şiddet ve zorbalık olarak cevapladı.
Bu veriler ülkemiz için önceliğin ekonomi ve güvenlik sorunu olduğuna işaret etmektedir.

Gençlerimizin 11 farklı özellik içinde ülke yönetimine talip liderde
en az önem atfettikleri özellikler ise
karizma (%36,8) ve
otoriterlik (%57,3) oldu.
Bu veriler gençlerimizin önceki kuşaklara göre daha rasyonel kararlar verme eğiliminde olduklarını, ülke ve dünyadaki güncel tartışmaları izlediklerini düşündürmektedir.
Genç kuşaklar somut ve gündelik hayatlarına dokunacak özellikler aramaktadırlar.

Ülkenin gidişatından memnun olmadığını net olarak beyan edenlerin oranı %48’dir.

Son söz ya da sözün bitişi
Üniversite eğitimli bir ebeveyne sahip Z kuşağı mensubu oranı önceki nesillerden daha fazladır.
Z kuşağı üyeleri, şimdiye kadarki en iyi eğitimli nesil olma yolundadırlar.
Dramatik olan ise sosyal medya okur yazarlığındaki yetersizliğimizdir: Her kişiyi, her hareketi hedef alan sayısız iletilere maruz kalan gençlerimiz “yeryüzünde iyi insan kalmadığı” şeklinde bir demoralizasyon da yaşamaktadır.
Bu kuşağın siyasi etkinliği, istikrarlı bir şekilde artmaya devam edecektir.
Z kuşağının en temel sorunu belirsiz bir geleceğe bakıyor olmalarıdır;
Oluşturulacak politikaların temel özelliği de belirsizliği ortadan kaldıracak çözümler üretmek olmalıdır.

Dijital ve müthiş bir hızla değişen dünyaya doğan Z Kuşağı her sözü, her eylemi sorgulayıp sır perdesi ardındaki efsaneleri ortadan kaldırmaktadır.

Önceki kuşakları uçuran söylemler, sözler, şiirler, Z Kuşağı için birer replik’ten öteye gitmemektedir.

Bu kuşak bir ölçüde ben-merkezciliği kadar özgürlüğe düşkünlüğü ve büyük anlatılardan çok davranışlara, duygudan çok akla ağırlık veren bir kuşak olacak gibidir.

Prof. Dr. Rüstem Aşkın

DEPRESYON HALLERİ

Depresyon basitçe derin hüzün, durgunluk, neşesizlik, isteksizlik, çöküntü ve umutsuzluk halidir.
Dünya Sağlık Örgütü, depresyonu çağımızın en önemli ve en yaygın hastalıklarından biri olarak değerlendirmektedir.

BAŞLICA DEPRESYON TÜRLERİ

• Major depresyon
• Distimi (kronik Depresyon)
• Premenstrüel depresyon
• Madde/ilaçla ortaya çıkan depresyon
• Tıbbi durumlardan kaynaklanan depresyon

Major Depresyon

Depresyon denince genel olarak kast edilen major depresyondur.

Yaygınlık
•Psikiyatrik hastalıklar arasında en sık görülenidir.
•Erişkinlerde yaklaşık her on kişiden birinde rastlanır.
•Her dört kadından biri, her 8-10 erkekten biri hayatında en az bir kez major depresif epizod geçirir.
•Orta yaşta daha sıktır. En sık gözlenen yaş aralığı 30-45.

Cinsiyet

Genel olarak depresyon tanısı konan;
•Kadınlarda hastalığı tetikleyici yaşam olaylarına daha sık rastlanır ve belirtiler daha şiddetlidir.
•Kadınlarda intihar girişimi, erkeklerde tamamlanmış intihar oranı daha fazladır.
•Kadınlarda anksiyete ve somatoform bozukluklar, yeme bozuklukları ve migrenle depresyonun birlikteliği daha sıktır.
•Kadınlardaki bu fark cinsiyet hormonların etkisi, genetik duyarlılık ya da MAO yüksekliği ve tiroid hastalıklarının daha sık olması gibi biyolojik faktörlerin yanı sıra toplumsal cinsiyet rollerinin olumsuz etkisinden de söz edilebilir.
•Evlilik erkeklerde koruyucu görünürken, evlilik doyumu az olan kadınlarda depresyon daha sık görülmektedir.
•Erkeklerde ise alkol ve madde kullanım durumu daha sıktır.

Aile öyküsü ve diğer risk etkenleri

•Birinci dereceden biyolojik akrabasında major depresyon öyküsü olanlarda depresyon olasılığı 2-4 kat artmaktadır.
•Ebeveynlerden birinde depresif bozukluk olanlarda depresyon gelişme riski %10-25 civarında olup, bu risk her iki ebeveynde depresif bozukluk olması halinde iki katına çıkmaktadır.
•Çocukluk dönemi yaşantıları, travma, kayıp ihmal, istismar dikkate değer risk etkenleridir.
•Biyolojik yolaklar üzerinden depresyona yatkınlık önemli bir etkendir.

Hastalık öncesi kişilik özellikleri ve kişiler arası ilişkilerdeki sorunlar
•Kronik stres ve olumsuz yaşam olayları
•Akut ya da tekrarlayıcı stresler, glukokortikoidler ve glutamatın etkinliğini artırarak BDNF’de azalmaya, hücre içi aktivitelerde artışa, nöron hasarı ve nöronal ölüme yol açar.
•Olumsuz sosyoekonomik durum ve yetersiz sosyal destek
•İşsizlik, yoksulluk, kent hayatı
•Anksiyete bozukluklarının varlığı
•Nörolojik hastalıklar (Parkinson, Demans, İnme)
•Endokrin hastalıklar (Tiroid hst. Cushing)
•İlaca Bağlı Depresyon: Rezerpin, Beta Blokerler, Kalsiyum Kanal Blokerleri, ACE inhibitörleri, Antikolesterol ilaçlar, Antiaritmik ilaçlar, Kortikosteroidler, Oral kontraseptifler, Antiepileptikler, Antineoplastik ilaçlar depresyonla ilişkilendirilmiştir.
•Alkol-madde kötüye kullanımı

Kindling fenomeni
Zamanla sosyal streslerin tetikleyici etkisine gerek olmaksızın epizodların kendiliğinden tekrarlaması hali.

Belirtiler

Yaygın olarak gözlenen belirtiler, çökkün duygu hali, kendini boşlukta hissetme, kederlilik, yavaşlama, unutkanlık, dalgınlık, kararsızlık, enerji azalması-bitkinlik hali, kendine bakım dahil gündelik aktivitelerin çok zor gelmesi, iştahsızlık, uykusuzluk, değersizlik duyguları, düşünmekte ya da odaklanmakta güçlük çekme, ölüm arzusu bazen ölme planları, yataktan zor kalkma, zevk/ ilgi ve istek kaybı, esprilere gülememe, iyi bir habere sevinememe..

Ağır durumlarda, tam bir umutsuzluk sorulara yanıt vermeme, hiç konuşmama, olmayan ses işitmeler, görmeler ,
Mimik ve jestlerde, konuşma hızında, yürüyüşünde, hareketlerinde belirgin bir yavaşlama, toplumdan tümüyle çekilme, aşırı ya da uygunsuz suçluluk duyguları, sabahları erkenden uyanma ve kendini daha kötü hissetme gözlenir.

MAJOR DEPRESYON TANI KRİTERLERİ (DSM V)

* İki hafta ve daha uzun süreyle aşağıdakilerden en az 5’inin gün boyu yaşanması
* (1. veya 2. kriter mutlaka bulunmalı)
1)Depresif duygudurum
2)Anhedoni, ilgi-istek kaybı
3)İştah azalması ya da artması
4)Uyku azalması ya da artması
5)Psikomotor yavaşlama ya da huzursuzluk
6)Enerji azalması ya da yorgunluk/bitkinlik
7)Değersizlik ya da suçluluk duyguları
8)Düşünmede/odaklanmakta güçlük, kararsızlık
9)Yineleyici ölüm düşünceleri/tasarlamaları/girişimi

Duygudurumla ilgili değişiklikler

•Depresif duygudurum/disfori
•Yaşamaktan, yapıp ettiklerinden zevk almama, karamsarlık, çökkünlük, hüzün, moral bozukluğu, kendini boşlukta-kederli-elemli hissetme hali
•Bu durum depresyonun başlangıcında özellikle sabahları daha yoğunken, depresyon ilerledikçe gün boyu hale gelebilir.
•Yataktan zor kalkma, esprilere gülememe, iyi bir habere sevinememe..
•İlgilerde/istekte azalma
•Anestezi: Derin bir depresyonda acı veren bir olaya karşı bile hiç bir şey hissedememe.

Bilişsel Bozulmalar
•Dikkat, bellek, bilgi işleme süreci ve yürütücü işlevlerde bozulmalar
•Düşünce sürecinde, akışında, içeriğinde bozukluklar
•Konuşma hızında yavaşlama, reaksiyon zamanında uzama
•Olumsuz/otomatik düşünceler
•Umutsuzluk
•Karar verememe
•Obsesif ruminasyon ve fobiler
•Bellek bozukluğu/yalancı bunama hali
•Algı bozuklukları (varsanı/illüzyon)

Bedensel Belirtiler

•Enerji azalması
•İştah, kilo değişikliği
•Cinsel isteksizlik
•Hastaların %80’i uykusuzluktan, %20 kadarı ise aşırı uyumaktan yakınır.
•Uykuya dalış süresinde gecikme, tüm uyku süresinde azalma, REM latansında kısalma, derin uykuda azalma

Davranışsal Belirtiler

•Gündelik aktivitelerin aşırı zor gelmesi, özbakımın azalması
•Mimik ve jestlerde, konuşma hızında, yürüyüşte, hareketlerde göze batar bir yavaşlama
•Sosyal içe çekilme

Major Depresyonun Farklı Formları

Psikotik özellikli depresyon:
Depresyon belirtilerine ek olarak hezeyan/halüsinasyon (sanrılar ve varsanılar) vardır.
Major depresyon tanısı konan hastaların %20 kadarında psikotik belirtiler gözlenir.
Hastaların yaklaşık yarısında hem duygudurumla uyumlu (“cezalandırılmayı hak ediyorum çünkü çok kötüyüm” vb., suçluluk, kişisel yetersizlik.) hem de duygudurumla uyumsuz sanrılar görülür.

Hipotalamus-hipofiz-böbrek üstü bezi ekseni etkinliği ya da tedaviye yanıt verileri psikotik özellikli olan ve olmayan depresyon arasındaki farkın yalnızca hastalığın şiddetiyle açıklanamayacağını ortaya koymaktadır.
Psikotik depresyon geçiren hastaların önemli bir kısmının uzun dönemde mani de geçirerek tanılarının bipolar bozukluğa döndüğü bildirilmiştir. Aynı şekilde psikotik depresyonlu hastaların birinci derece yakınlarında bipolar bozukluk ve şizofreni öyküsü psikotik özellik taşımayanlardan daha fazladır.
Psikotik özellikli depresyonlarda belirtilerin yatışmasından sonra antipsikotik ilaçlar antidepresanlardan önce kesilebilir.
Psikotik özellikli depresyonlar EKT(şok tedavisi)’nin birincil kullanım alanlarından biridir.

Melankolik özellikler gösteren depresyon

•Apati, ilgi kaybı, hemen tam bir ilgi istek kaybı, anhedoni, belirgin bir moralsizlik, aşırı ya da uygunsuz suçluluk duyguları, sabah erkenden ve birden uyanma, sabahları daha kötü hissetme, iştahsızlık, kilo kaybı ön plandadır.
•Yatan hastalarda daha sıktır.
•Psikotik özelliklerle daha sık birliktelik
•Aile öyküsü ++

Atipik depresyon

•İştah artışı, aşırı yeme, aşırı uyuma, kilo artışı
•Genel enerji azalmasına ek olarak kol ve bacaklarda yoğun bir ağırlık (kurşun tipi paralizi) hali görülür.
•Reddedilmeye karşı aşırı duyarlılık gibi ayırıcı yönleri vardır.
•Nörotik özellikler
•Stresör faktörler
•Ağır olmayan bir tablo
•Duygudurum reaktivitesi dikkat çeker.

TEDAVİ

Farklı terapi türleri depresyonda etkilidir. Bunlar başlıca;
—-Destekleyici terapi
—-Bilişsel-Davranışçı terapi
—-Kişilerarası ilişki terapisi
—-Evlilik ve aile terapisi
—-Dinamik psikoterapi
Psikoterapi, orta şiddette ve özellikle de hafif depresyonda tek başına yeterli olabilir.
Bilişsel Davranışçı Terapi, ilaçla birlikte veya tek başına ilaç tedavisine benzer başarı sağlamaktadır

Egzersiz
Hafif/orta dercede depresyonlarda, psikolojik danışmanlık ve ilaç tedavisi kadar etkin olabilir
Fizik aktivite benlik saygısını, benlik imajını, self-kontrol ve self-disiplini artırması yanında daha fazla enerji düzeyi ve dayanıklılık oluşturmakta, serotonin ve endorfin salınımını uyarmaktadır

İlaç tedavisi
Tüm psikoterapiler kadar etkindir, psikoterapi ile birlikte kullanılması en uygun olanıdır.
Ne var ki kimi hastalar sık aralıklarla terapiye gelme imkanı bulamaz.
Kimi hastalarsa uzun terapi görüşmesini takiben kendilerine ilaç yazıldığında sadece ilaçla tedavi edildiklerini düşünebiliriler.

İlacın türü, hastanın özelliklerine, ilacın yan etki ve toksisite profillerine ve depresyonun türüne göre seçilir.

Antidepresan ilaçlar

İlaç, hafif major depresyonda ilk tedavi olarak tercih edilebilir ancak orta-ağır şiddetteki depresyon durumlarında mutlaka kullanılmalıdır.
• Tedaviye başladıktan 6-8 hafta sonra semptomlarda iyileşme beklenir.
• Tedavi ilk atakta en az 6 ay, 2. atakta 2 yıl sürmelidir..
• Çalışmalar, uzun süreli antidepresan tedavisinin, iyilik halinin devamını sağladığını ve hastalığını tekrarlamasını ciddi ölçüde önlediğini göstermiştir.

İlaç seçiminde dikkat!
1-İlacın yan etkileri, güvenirliği ve tolerabilitesi
2-Hasta veya ailesinde önceden olumlu cevap alınan ilaç olması
3-Hastanın tercihi, kullanılan diğer ilaçlarla etkileşmemesi
4-Maliyeti
5-Klinik araştırma verilerinin nitelik ve sayısal değeri

Diğer Terapötik Aktiviteler
-Hobiler
-İyi/dostane ilişkiler
-Yeterli dinlenme
-Günlük hayatın uygun biçimde programlanması

Tedaviye direnç
Depresyon tedavisinde yanıt hastalığın şiddetinde %50 azalma sağlanması olarak tanımlanmaktadır.
Dirençli depresyon tedavisi için uygulanmakta olan üç farmakoterapi stratejisi, güçlendirme, kombine etme ve ilaç değiştirmedir. Kanıt düzeyi iyi olan güçlendirmeler lityum, T3, aripiprazol ve ketiyapin güçlendirmeleridir.

Kombinasyon stratejisinde kanıt değeri yüksek olmasa da mirtazapin önemli bir ilaçtır.

Araştırmalar, depresyonun nörobiyolojik kaynağının, “sistemler” veya kortikal, subkortikal ve limbik beyin bölgelerini içeren “nöronal devreler” düzeyinde olduğuna işaret etmektedir. Bu anlamda rTMS (Tekrarlayıcı TMU) orta derecede antidepresan etkinliğe sahiptir.
Derin Beyin Stimülasyonu da kanıtlanmış nöropatofizyolojiye dayanan anatomik hedefler iyi belirlendiğinde ve endikasyonu iyi değerlendirildiğinde bir tedavi seçeneği olarak düşünülebilir.

Her 4 olgudan 3’ünde hastalık tekrar eder.
Tedavi ile danışanların %50’si tam, %30’u kısmen düzelir, % 20’sinde ise kronikleşme gözlenir.

YÜZYILIN YILDIZI: ALİYA

YİRMİNCİ YÜZYILIN YILDIZI: BİLGE KRAL ALİYA İZZETBEGOVİÇ
“Davalar acılar içinde doğar, refah içinde ölür”.

Türkiye’nin serhat boylarındaki uç kalesi Bosna Hersek Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı idi Aliya. Gülümseyen yüzü, kin bilmeyen yüreği, uzun boyu ve bilgeliği ile Müslüman Boşnakların lideri. Halkının özgürlüğü uğruna verdiği mücadele ve kahramanlığı yanında “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder” uyarısı ve İslam’ın anlaşılmasındaki sefaletten duyduğu ıstırapla da tarihte yerini aldı. Aliya, köklü ve tertemiz bir ahlak anlayışını yansıtan rehberliğiyle, Müslüman coğrafyayı radikalizmden, cehaletten ve çıkarcılık bataklığından uzak tutmak isteyen bir deniz feneridir.

Bu büyük insan, en zor şartlarda bile sözleri ve yaşayışı çelişmeyen samimi bir düşünce ve dava adamı, örnek bir siyasetçi oldu. Devlet başkanıyken bile duruşunu terk etmeyen, hayatını orta sınıf bir Bosnalınınki ile özdeşleştiren Aliya, müstesna bir Müslüman kimliğini yansıtır. “Benim için yeryüzünde iyi, doğru ve güzel olan ne varsa o İslam’dır.”

Batı ve Doğu’nun kesiştiği yerde, Bosna’da doğmuş olması, dokuz yılını çalan hapishane günleri, dünyanın en önemli düşünce insanları ve politikacıları ile buluşmaları, korkunç acıların yaşandığı savaş trajedisindeki komutanlığı, liderlik ve cumhurbaşkanlığı ona insanı ve İslam’ı çok yönlü anlamakta eşsiz bir birikim sağladı. “Olduğunuz gibi kalın; dininizi, milliyetinizi koruyun, kimliğinizi kaybetmenin bedeli köleliktir”.

Cumhurbaşkanlığı süresince akrabalarını devletten uzak tuttu. Eleştirileri kendini düzeltme fırsatı sayan bir olgunlukla karşılayıp, engin alçak gönüllüğüyle her türlü övgüye hatta fotoğrafının salona asılmasına bile izin vermeyen bir bilgelikle yaşamıştır. “Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir”.

Aliya, 1925’te Bosna Hersek’in Samac şehrinde doğdu. Hacı Camii imamı Rahmanoviç’in, Rahman suresini benzersiz bir güzellikte okuduğu çocukluk dönemini özlemle anar. İmanının gençliğindeki inkâr döneminden güç aldığını söyler. İnanışı, gelenekten edinilen bir din değil, yeni baştan tesis edilmiş bir iman atlasıydı. Dinin ana mesajını ahlaklı yaşamak ve sorumluluk duygusu olarak vurgular. “Din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir”.

İslam’ın gelişiminin imamların katı yorumlarıyla engellendiğini belirtir ki bu uyarısının değeri zaman geçtikçe artmaktadır. “Kuran ve İslam sadece hocalara bırakılmayacak kadar önemlidir”. Gerçekten akıl dışı ve hatta maksatlı yorumlarla doldurulan imamların İslam’ı, dini içerikten yoksun “tepkisel ve hayata aykırı” bir inanç sistemi de doğurdu.
“Hedefimiz, Müslümanların İslamlaşmasıdır. Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere ‘eleştirel düşünme’ dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur”.

Mücadelesi

İkinci Dünya Savaşı esnasında Faşist Hırvat Ustaşa’ların ülkedeki Müslümanları Hırvat ilan ederek yaptığı büyük zulümlere ilaveten ırkçı Sırpların oluşturduğu Çetnik grupların da katliamı yaşandı.

Aliya, Yugoslavya Krallığı döneminde de Müslüman Boşnakları bilinçlendirmeyi amaçlayan Genç Müslümanlar oluşumunun öncü isimlerindendi. Bu oluşum, Müslümanların ülkedeki diğer etnik ve dini gruplarla eşit haklar elde etmesini amaçlıyor, bir yandan da Çetnik ve Ustaşa’ların yıktığı Müslüman evlerin ve camilerin yeniden inşası için çalışıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonunda kurulan Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti, faşizmi alt etse de Müslüman Boşnakların sorunlarına çözüm olmadı. Aliya, Genç Müslümanlar olarak Boşnak haklarını korumaya yönelik faaliyetleri nedeniyle 1946’da tutuklandı. Hapiste kaldığı üç yılın ardından Halide Hanım’la evlendi. 1956’da Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Leyla, Sabina ve Bakir adlarında üç çocukları oldu.

Aliya, Tito döneminde de yazılarını, çocuklarının baş harflerinden oluşan “LSB” mahlası ile yayınladı. “İslam Deklarasyonu” isimli eserini 1970’te yayınladı. “Mücadele ıstırabı çeken birçok kişiyi mağlup değil galip saymamız hakikatin teslimidir. Çünkü ahlak ne faydacıdır ne de insana bir çıkar sağlar. Ahlak rasyonel olan değildir”.

Tito’nun 1980’de ölümüyle Yugoslavya’da aşırı milliyetçilik yeniden hortladı. İzzetbegoviç, yazdığı “Doğu ve Batı Arasında İslam” eseri yayınlanmadan hemen önce 1983’te örgüt lideri suçlamasıyla 12 Müslüman aydınla birlikte tutuklandı. 14 yıl hapse mahkûm edildi. 1987’de pişmanlık duyup af dilemesi halinde serbest bırakılacağı teklifini reddetti. 1988’deki afla serbest kaldı. “İnsanın kişiliğini alçaltan, onu eşyayla bir tutan her şey gayri insanidir”.

İzzetbegoviç, 1990’da kurulan ve bugün de Bosna Hersek’teki Boşnakların en büyük partisi konumundaki Demokratik Eylem Partisinin (SDA) ilk genel başkanı seçildi. SDA, ilk çok partili seçimde ülkede en yüksek oyu alırken, Aliya da eski Yugoslavya’daki 6 sosyalist cumhuriyetten biri olan Bosna Hersek’in Başkanı oldu. “Tabiatın determinizmi, insanın ise kaderi vardır”.

Bosna Savaşı

Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Bosna Hersek’in de bağımsızlığı gündeme geldi. 1991’de Hırvatistan’da başlayan çatışmalar Bosna Hersek’in köylerine sıçradı. Aliya, “Her şeye kadir olan Allah`a yemin ederim ki köle olmayacağız!” diyerek 1992’de Bağımsızlık referandumuna gitti. Bosnalı Sırpların boykot ettiği referanduma katılanların yüzde 99,7’si bağımsız Bosna Hersek’e “evet” dedi.

Referandumun ardından Yugoslav Halk Ordusu (JNA) ve silahlandırdığı paramiliter Sırp gruplar, Bosna Hersek’in farklı şehirlerinde saldırılara başladı. Sırp güçleri tarafından 3,5 yıl kuşatma altında tutulan başkent Saraybosna’nın yanı sıra başka birçok şehirde büyük katliamlar yaşandı.

İnsanlar evlerinden sürülüyor, kadınlara tecavüz ediliyor, İslam’a ve Boşnak kültürüne dair ne varsa yok ediliyor, toplama kamplarında akıl almaz işkenceler yapılıyordu. Aliya, tüm halkı bu saldırılara karşı koymaya çağırıyor, Boşnaklar Aliya’nın liderliğinde çetin bir mücadele veriyordu. “Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler”.

Srebrenitsa Soykırımı

Boşnakların elindeki silahlar Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından “halkı kendilerinin koruyacağı” gerekçesiyle toplanmış ve bölge insanları savunmasız kalmıştı. Srebrenitsa’yı korumakla görevli olan Hollandalı Komutan Karremans kendisine sığınan 25 bin kişiyle birlikte şehri Sırplara teslim etti. Srebrenitsa’ya giren Sırp ordusu, 11 Temmuz 1995’te 8 bin 372 Boşnak’ı katletti. Sonraki günlerde Sırp General Ratko Mladic, şehri boşaltan Karremans’a hediye verirken görüntülendi.

Avrupa’da hukuki olarak da belgelenmiş ilk soykırım olma özelliği taşıyan Srebrenitsa soykırımı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen en büyük toplu katliam olup üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen unutulmadı. Nilüfer’in “Bosna’da bıraktım kalbimi çocuklara” şarkısı, o dönemin unutulmayacak bir Türk ağıtıdır.

Uluslararası Adalet Divanı, uzun süren yargılamalarla, olan bitenlere “katliam” dedi ve Ratko Mladic’i birçok suçtan müebbet hapse çarptırdı. Değişik mahkemelerde Srebrenitsa katliamı nedeniyle 45 Sırp da ağır cezalara çarptırıldı.

Müslümanlar açısından Bosna savaşının faturası çok ağır oldu. 1991-l995 yılları arasında 200 bini aşkın Boşnak hayatını kaybetti, iki milyon insan evlerini terk etmek zorunda kaldı, birçok köy ve kasaba yakıldı. Boşnakların tarihi hafızasını ve Müslüman kimliğini yok etmek için birçok kütüphane ve arşiv, yüzlerce cami yok edildi. Mezarlıklar bile bu barbar saldırılardan payını aldı.

“Ben Avrupa`ya başım eğik gitmiyorum. Çünkü biz çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptı. Hem de Batı`nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına!”.

Hafif silahlı Boşnakların başında, bağımsız Bosna’nın başkanı Aliya İzzetbegoviç vardı. Brüksel’de bir toplantıda Aliya iyice bunalmıştı. Neredeyse her şeyin bittiği bir anda gazetecilerin, “Şimdi ne yapacaksınız?” sorusuna, “Şimdi ben İstanbul’a gidiyorum” diyerek kalbindeki Türkiye sevgisini gösterdi. Ne yazık ki dönemin başbakanı Demirel, Bosna’ya el altından destek verse de İstanbul’a gelen mazlumların sesi Aliya ile o acılı günlerde görüşmedi. “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey, düşmanlarımızın sesi değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır!”.

Fakat rahmetli Turgut Özal, açıkça ve her zaman Boşnakların yanında oldu. Özal, ABD’de Prostat Kanseri ameliyatı sonrası ziyaretine gelen Başkan Bush’a o haliyle bile ısrarla Bosna’daki katliama müdahale etmesini telkin edip durdu. Sonraki ABD Başkanı Clinton’a da Türk askerinin duruma müdahalesini önerdi ancak kabul ettiremedi. Bizim utandığımız din savaşları uygar(!) dünyada bitmemiş miydi yoksa?

“Şunu hiç unutma evlat! Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan üzerine, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!”.

Türk halkı tek yürek halinde Bosna halkının ardında saf tuttu, kolundaki bileziği, giysisi, yatağı yorganıyla her açıdan destekledi. Elimizde olan, eşten dosttan toplanan her şeyi Bosnalılar için gönderdik.

Aliya, ahlakı, menfaate ve faydaya feda etmeyen bir liderdir. Büyük kıyım ve zulümlere rağmen hiçbir şekilde adalet ve merhametten sapmadı. “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir. Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın anlamı kalmaz”.

Özal’ın kalp ağrısı

Sırpların giriştiği soykırımlara Cumhurbaşkanı Turgut Özal çok üzülüyor, çözüm için peş peşe sonuçsuz görüşmeler yapıyordu.
Sonunda Prof. Mustafa Kahramanyol adına ulaştı; bu kişi bir askerdi ve bölgeyi de bölge insanını da çok iyi tanıyordu. 1993 Şubat’ında Özal kendisini Harbiye Orduevi’ne çağırarak “Ne yapmak lazım?” diye sordu. Kahramanyol, yapılması gerekenleri, başta Boşnak Ordusu’nun eğitimi, Bosna’ya silâh sevkiyatı, gerekirse bölgeye gönüllülerin gönderilmesi olmak üzere tek tek sıraladı.
Prof. Kahramanyol sözlerini bitirince Özal, “Seni bana Allah gönderdi” dedi ve devletin ilgili kurumlarına “harekete geçin!” talimatını verdi.
Buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devlet olarak harekete geçemedi. Özal’ın vefat etmesi ile resmi Bosna defteri kapandı. İkinci bir toplantı yapılmadı.

Barış

ABD, Balkanlar’daki çatışmaların uzamasının kendi çıkarlarına zarar vereceğini gördü. 28 Ağustos’ta Saraybosna’nın merkezinde pazar yerine yapılan havan topu saldırısında 43 insan öldü. Bunun üzerine NATO tarafından 30 Ağustos 1995 tarihinde Bosna’daki Sırp hedeflere yönelik operasyon başlatıldı.

ABD askerlerinin yanı sıra, Türkiye, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İtalya ve İspanya’dan askerlerin de katıldığı NATO müdahalesinde toplam 750 saldırı düzenlendi. Müdahale hızlı bir şekilde 20 gün içinde amacına ulaştı.

Boşnaklar savaşta üstünlüğü ele geçirmişti ki Miloşeviç, Tudjman ve İzzetbegoviç ABD’de bir araya getirildi. Her üç lider de önlerine konan anlaşmayı imzalamak istemedi. Bunun üzerine liderlerin dünya ile ilişkileri kesildi, hepsine askeri üste tutuklu muamelesi yapıldı, tehdit ve hakaretler yağdı. Sonunda 14 Aralık 1995’te antlaşma ortaya çıktı; özellikle de Boşnakların, Osmanlıya dayatılan Sevr benzeri bir antlaşmaya imza atmaları sağlandı. Bu metnin adına da “Dayton Barış Antlaşması” denildi!

Aliya İzzetbegoviç, silahları sustursa da ülkeye karmaşık bir siyasi yapı getiren Dayton’u, “Ne yazık ki bu adil bir barış değil, ancak savaşın sürmesinden daha iyidir” diyerek kabullendi.

1999’da da Kosova’da Arnavut katliamına başlayan Sırplara karşı aynı NATO, Srebrenitsa’daki hatasını tekrarlamadı ve hızla müdahale ederek yeni bir soykırımı önledi.

Aliya ilk Cumhurbaşkanı

Aliya İzzetbegoviç, savaşın ardından yapılan ilk seçimde Bağımsız Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı ve daha sonra da Devlet Başkanlığı Konseyi’nin ilk başkanı oldu. “Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı”.

Onun aşağıdaki öğüdünü İslam dünyasında kendisinden başka uygulayan olmadı:
“İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin, kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur, her iktidar geçicidir ve herkes er ya da geç önce milletin ve nihayet Allah`ın önünde hesap verecektir”.

Bilge kişiliğiyle de tanınan Aliya, hayatı boyunca kitaplar yazdı. 1997’de Tahran’daki İslam ülkeleri konferansında, eleştirilerini tüm İslam dünyasına haykırdı:

“Evet İslam en mükemmeldir ama biz mükemmel değiliz! Batı güçlü, kültürlü ve organizedir, okulları bizimkilerden daha iyi, şehirleri bizimkilerden daha temizdir. Batıda insan hakları daha üst düzeydedir, fakirlere ve özürlülere yönelik sosyal imkanlar daha iyidir. Batılılar genelde sorumlu ve doğru insanlar. Onların gelişmişliklerinin karanlık yönlerini de biliyor ve göz ardı etmiyorum. Batıyı küçümsemek yerine onunla yarışmalıyız! Kur’an bize “İyiliklerde yarışın!” diye emretmiyor mu? “

Aliya, 2000’de sağlık sorunları nedeniyle Devlet Başkanlığından istifa etti. Bosna Hersek halkına uluslararası arenada tanınan, bağımsız ve egemen bir devlet bıraktı ve 19 Ekim 2003’te başkent Saraybosna’da vefat etti. “Hayat inanan ve güzel ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur”.

Cenazesine farklı ülkelerden 150 binden fazla insanın katıldığı Boşnak lider, vefatından önce “Şehitlerin arasında mütevazi bir mezara defnedilmek istediğini” vasiyet etmişti; Saraybosna’da acının ve direnişin sembolü olan Kovaçi Şehitliği’ne defnedildi.

Aliya olmasaydı bugün Fatih’lerin Bosna’daki yetimlerinin son parçalarını, faşist Sırp ve Hırvatların kanlı dişleri arasında seyrediyor olurduk. Onun hayatı, bir yandan tevazu ve sadelik diğer yandan insanlığın özgürlüğü ve adalet için azimle çalışmaktan ibaretti. Yardımseverdi, cesurdu, korkusuz ve mücadeleciydi.

“Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın”.

Aliya Bosna’dır, insanlık adına bir umuttur; Boşnaklar için sadece bir lider değil aynı zamanda hepimiz için bir örnek, bir eğitmen ve semboldür. O, hepimizin Aliya’sıdır.

Selahaddin Eyyubi’nin sekiz yüzyıl sonraki izdüşümüne, günümüz Müslümanlarının kutup yıldızına selam, hürmet ve rahmet dualarıyla!

Prof. Dr. Rüstem Aşkın. Yüzyılın Hikayesi (Kitap)

İDEOLOJİLER: TUTUNAMAYANLARIN ÇIĞLIKLARI!

İDEOLOJİLER TUTUNAMAYANLARIN ÇIĞLIKLARIYDI!

Hayatın anlamını bulmaya çalışıyorsanız, aradığınız kendinizdir (Joseph Campbell).

 

On’lu yaşlarımızda iki sığ kavramla dünyada olan biten her şeyi anlayacağımızı, bir yerlere bağlanarak özgürleşeceğimizi(!) sanmıştık! Çevremdekiler solcuların komünist ve devlet düşmanı olduğunu, sağcıların Yunus misali sevgi dolu olduğunu söylediler, inandım. Zeytinburnu’nda dayımın eczanesindeki çırak “solcular yakışıklı ve parkalı, sağcılar çirkin ve paltolu olur” demişti, hüzünlenmiştim.

İdeolojiler bu ülkede bir cemaatleşme aracı idi; köyünden kasabasından kopmuş insanların sığındığı bir getto, derdini ve sevincini paylaşacağı, yol yordam öğreneceği bir dayanışma aracı. Solda da sağda da anne babalarını cahil bulan, bütün bir hayatı, tepkileri, iyi-kötü olguları, hatta sevdalarını sağ ya da sol denen iki adet “üç harfli”ye sığdıran yığınla insan. “Ve aydınlarımız, o iki kelime, o meçhul hayaletler için tapınaklara taş taşıyan birer köle”.

Anadolu’nun soluk benizli çocukları aynı türküleri dinleyip farklı yorumlayarak, esasen bir kimlik, ilgi ve anlam arayışı uğruna birbirlerini kırdılar. Bilemediler ki ya bendensin ya da bir hiç yaklaşımı ideolojik bir anlayış hatta bir anlayış bile değildi. İki hayalet kelime yüzünden aileler bölündü, anlamını bile bilmedikleri bu kelimeler uğruna öz kardeşler birbirini katletti; sonuç koskoca bir hüsrandı!

Türkçülük dışındaki ideolojiler, asırlara uzanan köklere, eski hikayelere sahipti ve tamamı ithaldi; kurtarılmış bölgeler, silahlı nöbetler rezaletti.

12 Eylül darbesine sevindim. Kan dökme yarışı durmuştu, artık sokaklarda rahatça yürüyebilecek, evlerimize korkmadan gidebilecek, can derdi olmadan okuyabilecektik. Altı kardeştik, dördümüz “dava” uğruna cezaevlerini boyladık; ne bir suç ne bir delil.

Solun toplam düşüncesi sömürü düzenini değiştirmekti; kimse de aksini söylemezdi hani. Mahalle aralarında yumruklaşan yüzlerce sol fraksiyon vardı. Marx şöyle der, Lenin böyle, Mao şöyle, Troçki, Politzer, Plehanov, Cohen, Lukács böyle; diyalektik, aşamalı devrim, lümpen proleterya, küçük burjuva, ütopik/bilimsel sosyalizm…millî demokratik devrim, aşamalı sosyalizm, özgürlükçü sosyalizm, özgürlüksüz bilmem neler… Çavuşesku’cu, Castro’cu, Tito’cu, şucu bucu, bu ülkeden olmasın da…

Dev-Sol gibi birkaç silahlı örgüt ise sadece şiddete inanırdı.

İslamcılarda da aynı abuk sabuk ayrışma merakı çoktu. “Hangi bankanın faizi helaldir(!)” fetvasından “horozu keserken başı kıbleye döndürülmeli mi?” sorusuna kadar yüzlerce tartışma konusu bulmakta ustaydılar. İslami kesimde dini düşünceye sızmış hurafelerin/vesveselerin hala sağlıklı biçimde çalışılmadığını düşünüyorum.

Solcular diğerleri için faşist, goşist, oportünist, uşak, revizyonist gibi iltifatları seçerken İslamcılar, münafık, dinsiz, imansız, zındık, mürtet, hain ve kâfir gibi zengin bir terminolojiye sahipti; en nefret ettiğimse hala ikide bir kullandıkları “imanından şüphe edilir senin” tekerlemesi. Ülkücüler karşı görüştekilere genelde basit ve bütünlükçü(!) bir damga vururdu: komünist!.

Döneklik bütün gruplar için “büyük günah” idi. Asla taviz vermemek, düşüncelerinden milim geri adım atmamak, şiddeti savunmak yiğitlikti. En kavgacılar en samimi sayılır, özellikle cezaevini ziyaret edenler yoz tipler bile olsa idolleşirdi. Dünyaya meydan okuduğumuzu ve dünyalar kadar büyük olduğumuzu sanan zavallılardık.

Milliyetçi sağın dünya görüşünün özeti devleti korumaktı. Ülkücüler Türk birliğini kurma ve daha çok “komünizme karşı” devleti savunma hareketiydiler. Doğrusu bunun için de bir sürü kitap okumaya gerek yoktu: Yüzyıllardır savaştığımız Rus komşu ve komünizmin “özgürleştirdiği(!), darağaçlarında bir bir sallanan Türk devletleri yanı başımızdaydı. Zaman bu konuda sağın haklılığını gösterdi.

Bir kış gecesi otobüsümüzle mahsur kaldığımız Sivas Terminalinde şapkalı üç köylü çay ısmarladılar. Sonra komünizmin güzelliklerini, Rusya’da herkesin çok mutlu ve varlıklı olduğunu anlattılar; kulaklarıma inanamamıştım. Böyle açıktan komünizmi öven hiçbir köylü görmemiştim, onları tersledim, onlar bunu “çocukluğuma verdiler”.

Sol ve sağda temel amaç ve sloganların da benzerliği ilginçti: Biri “milletim için” diğeri “halkım uğruna”, biri “memleket”, diğeri “vatan”, biri “eşitlik” derken diğeri “adalet”.  diyerek dövüşüyordu; biri milliyetçilikten, diğeri ulusçuluktan söz ediyordu. İki taraf da “yabancılar defolsun” diyordu ancak kastettikleri yabancılar farklıydı; Mevlâna “Dört Adamın Üzüm Kavgası” hikayesini sanki bizler için yazmıştı.

Sağcılar sağcılık sattı, solcular solculuk…Haklarını yemeyelim, sanırım İslam’ı satanlar en karlıları çıktı. Babam hep söylerdi de inanmazdık!

Bu coğrafyada kimliğini kendi çabasıyla bulmak, kendini düşmansız tanımlamak, insanları sahici bir barışa çağırmak zor zanaattı. Barış, herkesin küçük mahallesinin dışına çıkmasıyla, farklı düşüncedekilerle etkileşmekle, önyargısız söyleşmekle, en nihayet adilane bölüşmekle mümkündü ki bunlar da bize uymadı. Tarım toplumunun arazi kavgası kültürüyle ellerdeki bıçak tabancalarla huzur içinde yaşamak mümkün olmuyor!

Evet, neleri sevmemizi, neleri sevmememizi, neleri görmemizi, gördüklerimizi nasıl anlayıp anlatacağımızı, yanlış(!) anlarsak onu nasıl düzelteceğimizi öğreten körler rehberiydi ideoloji. İnsani duygularımızdan kuvvet aldı, bizi insanlıktan çıkardı! Yaşanan felaketler birer oyun, vurulanlar oyuncak çocuk değildi.

Sembollerin oltaların ucuna takıldığını, “büyük” ülkülerin büyük fenalıklara yol açacağını bilemedik. Yağmalandık!

Panik Hastalığı

PANİK BOZUKLUĞU (PANİK HASTALIĞI)

 

Bu hastalığa maruz bireyler, yinelenen (tekrarlayıcı) beklenmedik panik atakları yaşarlar; yeniden atakların geleceğine ve bu atakların olumsuz sonuçlarına dair korkulu bir beklenti içine girerler.
Ataklar belli bir düzen içinde değil rastgele aralıklarla gelir.

PANİK ATAĞI NEDİR?

Panik atağı, aşağıdaki belirtilerden en azından dört tanesinin (ya da daha fazlasının) birden başladığı ve 10 dakika içinde tavan yaptığı, yoğun bir korku ya da aşırı bir içsel sıkıntının bastırdığı durumdur:

1-Çarpıntı, kalp atımlarını hissetme ya da kalp hızında artma

2-Terleme

3-Titreme ya da sarsılma

4-Nefes darlığı ya da boğuluyor gibi olma duyumları

5-Soluğun kesilmesi hissi

6-Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkıntı hissi

7-Bulantı ya da karın ağrısı

8-Baş dönmesi, sersemlik hissi, düşecekmiş ya da bayılacakmış gibi olma

9-Derealizasyon (gerçek dışılık, çevreye yabancılaşma duyguları) ya da depersonalizasyon (benliğinden ayrılmış gibi hissetme ya da kendine yabancılaşma duyguları)

10-Üşüme, ürperme ya da ateş basmaları

11-Uyuşmalar ya da karıncalanma duyumları

12-Kontrolünü kaybedeceği ya da çıldıracağı korkusu

13-Ölüm korkusu

Panik Atak sonrası:

-Başka panik atakların olacağı ya da bunların kendince olası sonuçlarına dair (örn. denetimini yitirme, kalp krizi geçirme, çıldırma) sürekli bir kaygı duyma, tasalanma.

-Ataklarla ilgili olarak oluşan davranış değişiklikleri. Örn. spor yapmaktan ya da tanıdık, bildik olmayan yer ve durumlardan uzak durma gibi panik atağı geçirmekten kaçınmak için tasarlanmış davranışlar.

-Bu sorun, doğrudan bir maddenin (örn. kötüye kullanılan bir uyuşturucu/uyarıcı madde, bir ilaç) ya da başka bir sağlık sorununun (örn. hipertiroidi, kalp-akciğer hastalıkları gibi) etkileriyle ilişkili değildir.

 

Panik atakları, Fobiler, Obsesif Kompülsif Bozukluk ya da Yakınlarından ayrılma kaygısı gibi başka bir ruhsal sorunla açıklanamaz.

(DSM 5 Tanı Kriterleri El Kitabı).

 

AGORAFOBİ

Tekrar panik atak yaşayacağı beklentisi sıklıkla agorafobik belirtilere yol açar.

A-Bir panik atağının ya da panik benzeri semptomların çıkması durumunda yardım sağlanamayabileceği ya da kaçmanın zor olabileceği yerlerde ya da durumlarda bulunmaktan endişe duyma.

Örneğin, tek başına evin dışında olma, kalabalık bir ortamda bulunma ya da sırada bekleme, trafikte-tünelde-köprü üzerinde olma….Böyle durumlardan kaçınılır  (geziler kısıtlanır) ya da birinin eşlik etmesine ihtiyaç duyulur.

Kimi hastalar beden duyumlarına dair fobiler de geliştirebilirler.

YAYGINLIK DURUMU

Yaşam boyu yaygınlığı %1.5-3.5 kadardır. Hastaların % 75’i kadındır.

Kafein, yohimbin, CO2 gibi kimyasal maddeler de panik atağı oluştururlar. lstemli aşırı nefes alma durumu hastaların %30-50’sinde ataklara neden olmaktadır (yanlış boğulma alarmı).

Uyku çalışmaları uykuda gelen spontan panik ataklarının otonomik ve nörokimyasal nedenleri konusunda bilgi sağlamıştır:

Klonidin uygulamasına karşı küntleşmiş veya subnormal büyüme hormonu tepkileri noradreneıjik işlev bozukluğunu düşündürmektedir.

Serotonin, “bütün mevsimlerin nörotransmitteri” olarak panik hastalığında da öne sürülmüştür.

Antidepresanların tedavideki etkinliği de bu teorileri desteklemektedir.

Genetik/ailesel yatkınlığı destekleyen veriler vardır.

Çocuklukta ayrılma anksiyetesi yaşayanların en az yarısında yetişkinlikte PB gelişmektedir.

Bazı madde kulanımları da (ör, kokain, marijuana veya amfetaminler) yahut alkol kullanımı veya yoksunluğu da hastalığı başlatabilir.

AYIRICI TANI

Medikal durumlar: Vertigo, bilinçsizlik ve 45 yaşından sonra başlama gibi atipik semptomlar tıbbi durumları düşündürmelidir.

Başta kardiyak durum olmak üzere, tiroid, kan şekeri, tam kan sayımı gibi testler yapılmalıdır.

Hastalığın Gidişatı

Panik bozukluğun seyri her hastada aynı olmaz. Genelde iyileşme ve tekrar nüks etme dönemleriyle kendini gösterir.

TEDAVİ

Tedavide önemli hedefler atak sayısını ve şiddetini azaltma, tekrar atak olacağı beklentisiyle ilgili kaygıyı düşürme, altta yatan başka ruhsal sorunlar varsa onların tedavisi ve uzun vadede olabildiğince yüksek bir iyileşme sağlamaktır. Hem ilaç hem de psikososyal terapiler etkilidir.

Panik bozukluğunda antidepresanlar etkin ilaçlardır.

Panik hastaları ilaç yan etkilerine duyarlı oldukları için düşük dozla ilaca başlanıp yavaş yavaş artırılmalıdır.

Bu hastaların bir kısmı depresyon ve alkol-madde bağımlılığı riski altındadırlar.

İlaç tedavisinin süresi: Panik bozulduğu kronik bir hastalık olduğu için tedavi ortalama 6-12 ay sürdürülmelidir. İlaç kesilmesi ile nüks oranı %30-90 olarak bildirilmiştir.

Bilişsel-Davranışçı Tedavi:

Hastanın bedensel duyumları yanlış (felaketvari) yorumlama eğilimi ve bununla ilgili hatalı inançları düzeltilmelidir.

Gevşeme egzersizleri ve solunum eğitimi yaralı olacaktır.

Panik bozukluğun etkin ve doğru biçimde tedavi edilmesi halinde agorafobi de zamanla düzelir.

(Önemli Not: Panik hastaları, rahatsızlıklarını muska, büyü, cin gibi nedenlere bağlayıp aşırı istismara maruz kalabilmektedirler. Yine hastalarımıda sürekli hekim- hastane değiştirme de önemli sorunlar doğurmaktadır. Bu konularda dikkatli olmakta büyük fayda vardır).

21. Yüzyıl: Akışlar Yüzyılı

         21.YÜZYIL: DİJİTAL ÇAĞ

               Akışlar Yüzyılı

 

Dümeni dijital araçların elinde olan sanal dünya, yaşlı dünyamızla kenetlendi ve kontrolü eline aldı. Hızlı ve gerçek ötesi bir çağdayız. Devletin, değerlerin, toplumun, işin anlamı değişti. Gidişin nereye olduğunu bilen yok zira teknoloji, gidilen yolu her gün yeniden güncellemekte.

İnternet, bilgiye erişimi ve paylaşımı kolaylaştırsa da aynı zamanda küresel bir dezenformasyon aracı. Her bilgi manipüle edilebiliyor, sanat, edebiyat, insani olan her şey sıradanlaşıyor, “her şey görecelidir” vurgusu artıyor.

Sınırların belirsizleşmesi, toplumun temel kurumu olan aileyi de temelden sarsmakta. Kurallar hızla değişmekte, geçmişle bağlar kopmakta, ebeveynlik giderek daha çok ihmal edilmekte, referans sistemleri etkinliğini yitirmektedir. Sessizlik, yalnızlık ve mahremiyet kayboldu. Ayakta kalabilmek için kendimizi durmaksızın yenilemek zorundayız.

“Post-truth” yani gerçek ötesinin veya algı yönetiminin, yani inkarın, ambalajın daha da açıkçası yalanın egemen olduğu bir dünyadayız. Duygu ve tasarımlar gerçeğin önüne geçti, gerçek yenildi. İnsanlar hoşlarına giden gerçeği seçer oldu.

Amerikan toksik kültürünün de katkısıyla “postmodern bir duygudurum bozukluğu yerleşiyor; gelişmenin doruğunda keder var, barış çağında kaygı, sayısız uyaran arasında can sıkıntısı”. 21. yüzyıl, dürtüsel saldırganlığın, akran şiddetinin, sahte kimliklerin arttığı, empatinin, cinsel sınırların azaldığı antisosyaller yüzyılı mı olacak?

    Uyaran toksisitesi

Her gerçeğin çarpıtıldığı bir bilgi zehirlenmesi, dikkat çelinmesi, odaklanamama çağı. Aşırı uyarılma beyinde kaosa, bellek kaybına ve içe kapanmaya yol açabiliyor. Anormal hızdaki bilgi akışı beynimizin öngörüye dayalı yönetim sistemini zayıflatıyor. Bağımsız düşünme alışkanlığı terk ediliyor, heyecan, zevk arayışı artıyor.

Verilere hükmedenler toplumlara da hükmediyor. Güçlüler eşitsizliği daha da artırmaya, “tanrılaşmaya” kafa yoruyor. Yapay zeka insan aklını çöpe atmakta, seçenek bolluğu insanı yorgun ve mutsuz kılmaktadır.

Geçmişte haftalar süren yazışmaların, görüşmelerin süresi saniyelere indi. Kurgu bilim filmlerinde gördüğümüz türden hızlanmış bir hayata uyum sağlayacak zamanımız olmuyor. Aile, iş, okul, arkadaşlık ilişkileri, ticaret bambaşka mecralara kaydı.

Küresel kültürün ruhu, sınırsız özgürlük, maksimum konfor ve bireycilik! Bencilleştikçe derin bağlarımızı, başkalarını düşünmeyi terk ediyoruz, daha rahat oluyor, hafifliyor, sığlaşıyoruz. İnsani değerlerdeki çözülmeden kaynaklanan tehdit, bir yandan yalnızlaşarak bir yandan da ortak yaşamın kuralları sıkılaştırılarak dengelenmeye çalışılıyor.

Bilimin kaba bir pozitivizmle dine dönüştürülmesi, dinin cehalet ve istismar yüzünden gözden düşürülmesi, hayatın anlamdan, sığınacak bir limandan yoksun bırakılması çağın melankolisidir.

Üstelik bir yüzündeki ışıkları ötekiler alıp götürdüğü için o yüzü karanlık kalmış, diğer yüzü ışıklarla dolu, adaletsiz, vahşi, ruhsuz bir dünya! Varlıklı ülkeler ancak kendi halkları için demokrat ve özgürlükçü; Yemen’de, Libya’da, Afrika’da uyguladıkları sömürüye barış ve kardeşlik nutukları eşlik ediyor. Bir firmanın ya da bir para biriminin değeri, tek bir kişinin bir cümlesiyle milyarlarca dolar inip çıkabiliyor.

Trump’ın bize öğrettiği en önemli ders yalanın gücü oldu. Demokrasi şampiyonu ve dünya lideri bir ülkenin Başkanının, seçilmek uğruna elinde İncil’le nefreti ve kutuplaşmayı azdırarak milyonları çevresine toplayışı umut kırıcıydı; gitmesi ise umut yeşertici oldu. Trump’ın tüm dünyaya verdiği ikinci ders, hiç kimseye zehirleyici dozda bir güç yüklenmemeli.

      21.Yüzyıl hastalıkları

İnternet, madde, kumar, alışveriş başta olmak üzere her türden bağımlılık, şiddete yönelim, sosyal becerilerin körelmesi, içe kapanma, uyku sorunları, haz düşkünlüğü, obezite…

Eğitim, işsizlik, güvenlik ve kimlik sorunları, yabancılaşma, yeni yüzyıla “meydan okuyan” sorunlar. Bizim ülkemiz biraz tarım biraz kabile toplumu kodlarıyla dijital aleme taşınıyor. Hukuk karnemizle yirmibirinci yüzyılı da ıskalama işaretleri veriyoruz.

Bu hız ve kargaşada savunma hattımız sadeleşmek, sevgi ve merhameti korumak olmalı. Evrensel çözüm ise tüm dünyada dayanışmayı ve adaleti öne çıkaracak bir sağduyu olabilir.