YÜZYILIN YILDIZI: ALİYA

YİRMİNCİ YÜZYILIN YILDIZI: BİLGE KRAL ALİYA İZZETBEGOVİÇ
“Davalar acılar içinde doğar, refah içinde ölür”.

Türkiye’nin serhat boylarındaki uç kalesi Bosna Hersek Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı idi Aliya. Gülümseyen yüzü, kin bilmeyen yüreği, uzun boyu ve bilgeliği ile Müslüman Boşnakların lideri. Halkının özgürlüğü uğruna verdiği mücadele ve kahramanlığı yanında “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder” uyarısı ve İslam’ın anlaşılmasındaki sefaletten duyduğu ıstırapla da tarihte yerini aldı. Aliya, köklü ve tertemiz bir ahlak anlayışını yansıtan rehberliğiyle, Müslüman coğrafyayı radikalizmden, cehaletten ve çıkarcılık bataklığından uzak tutmak isteyen bir deniz feneridir.

Bu büyük insan, en zor şartlarda bile sözleri ve yaşayışı çelişmeyen samimi bir düşünce ve dava adamı, örnek bir siyasetçi oldu. Devlet başkanıyken bile duruşunu terk etmeyen, hayatını orta sınıf bir Bosnalınınki ile özdeşleştiren Aliya, müstesna bir Müslüman kimliğini yansıtır. “Benim için yeryüzünde iyi, doğru ve güzel olan ne varsa o İslam’dır.”

Batı ve Doğu’nun kesiştiği yerde, Bosna’da doğmuş olması, dokuz yılını çalan hapishane günleri, dünyanın en önemli düşünce insanları ve politikacıları ile buluşmaları, korkunç acıların yaşandığı savaş trajedisindeki komutanlığı, liderlik ve cumhurbaşkanlığı ona insanı ve İslam’ı çok yönlü anlamakta eşsiz bir birikim sağladı. “Olduğunuz gibi kalın; dininizi, milliyetinizi koruyun, kimliğinizi kaybetmenin bedeli köleliktir”.

Cumhurbaşkanlığı süresince akrabalarını devletten uzak tuttu. Eleştirileri kendini düzeltme fırsatı sayan bir olgunlukla karşılayıp, engin alçak gönüllüğüyle her türlü övgüye hatta fotoğrafının salona asılmasına bile izin vermeyen bir bilgelikle yaşamıştır. “Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir”.

Aliya, 1925’te Bosna Hersek’in Samac şehrinde doğdu. Hacı Camii imamı Rahmanoviç’in, Rahman suresini benzersiz bir güzellikte okuduğu çocukluk dönemini özlemle anar. İmanının gençliğindeki inkâr döneminden güç aldığını söyler. İnanışı, gelenekten edinilen bir din değil, yeni baştan tesis edilmiş bir iman atlasıydı. Dinin ana mesajını ahlaklı yaşamak ve sorumluluk duygusu olarak vurgular. “Din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir”.

İslam’ın gelişiminin imamların katı yorumlarıyla engellendiğini belirtir ki bu uyarısının değeri zaman geçtikçe artmaktadır. “Kuran ve İslam sadece hocalara bırakılmayacak kadar önemlidir”. Gerçekten akıl dışı ve hatta maksatlı yorumlarla doldurulan imamların İslam’ı, dini içerikten yoksun “tepkisel ve hayata aykırı” bir inanç sistemi de doğurdu.
“Hedefimiz, Müslümanların İslamlaşmasıdır. Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere ‘eleştirel düşünme’ dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur”.

Mücadelesi

İkinci Dünya Savaşı esnasında Faşist Hırvat Ustaşa’ların ülkedeki Müslümanları Hırvat ilan ederek yaptığı büyük zulümlere ilaveten ırkçı Sırpların oluşturduğu Çetnik grupların da katliamı yaşandı.

Aliya, Yugoslavya Krallığı döneminde de Müslüman Boşnakları bilinçlendirmeyi amaçlayan Genç Müslümanlar oluşumunun öncü isimlerindendi. Bu oluşum, Müslümanların ülkedeki diğer etnik ve dini gruplarla eşit haklar elde etmesini amaçlıyor, bir yandan da Çetnik ve Ustaşa’ların yıktığı Müslüman evlerin ve camilerin yeniden inşası için çalışıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonunda kurulan Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti, faşizmi alt etse de Müslüman Boşnakların sorunlarına çözüm olmadı. Aliya, Genç Müslümanlar olarak Boşnak haklarını korumaya yönelik faaliyetleri nedeniyle 1946’da tutuklandı. Hapiste kaldığı üç yılın ardından Halide Hanım’la evlendi. 1956’da Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Leyla, Sabina ve Bakir adlarında üç çocukları oldu.

Aliya, Tito döneminde de yazılarını, çocuklarının baş harflerinden oluşan “LSB” mahlası ile yayınladı. “İslam Deklarasyonu” isimli eserini 1970’te yayınladı. “Mücadele ıstırabı çeken birçok kişiyi mağlup değil galip saymamız hakikatin teslimidir. Çünkü ahlak ne faydacıdır ne de insana bir çıkar sağlar. Ahlak rasyonel olan değildir”.

Tito’nun 1980’de ölümüyle Yugoslavya’da aşırı milliyetçilik yeniden hortladı. İzzetbegoviç, yazdığı “Doğu ve Batı Arasında İslam” eseri yayınlanmadan hemen önce 1983’te örgüt lideri suçlamasıyla 12 Müslüman aydınla birlikte tutuklandı. 14 yıl hapse mahkûm edildi. 1987’de pişmanlık duyup af dilemesi halinde serbest bırakılacağı teklifini reddetti. 1988’deki afla serbest kaldı. “İnsanın kişiliğini alçaltan, onu eşyayla bir tutan her şey gayri insanidir”.

İzzetbegoviç, 1990’da kurulan ve bugün de Bosna Hersek’teki Boşnakların en büyük partisi konumundaki Demokratik Eylem Partisinin (SDA) ilk genel başkanı seçildi. SDA, ilk çok partili seçimde ülkede en yüksek oyu alırken, Aliya da eski Yugoslavya’daki 6 sosyalist cumhuriyetten biri olan Bosna Hersek’in Başkanı oldu. “Tabiatın determinizmi, insanın ise kaderi vardır”.

Bosna Savaşı

Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Bosna Hersek’in de bağımsızlığı gündeme geldi. 1991’de Hırvatistan’da başlayan çatışmalar Bosna Hersek’in köylerine sıçradı. Aliya, “Her şeye kadir olan Allah`a yemin ederim ki köle olmayacağız!” diyerek 1992’de Bağımsızlık referandumuna gitti. Bosnalı Sırpların boykot ettiği referanduma katılanların yüzde 99,7’si bağımsız Bosna Hersek’e “evet” dedi.

Referandumun ardından Yugoslav Halk Ordusu (JNA) ve silahlandırdığı paramiliter Sırp gruplar, Bosna Hersek’in farklı şehirlerinde saldırılara başladı. Sırp güçleri tarafından 3,5 yıl kuşatma altında tutulan başkent Saraybosna’nın yanı sıra başka birçok şehirde büyük katliamlar yaşandı.

İnsanlar evlerinden sürülüyor, kadınlara tecavüz ediliyor, İslam’a ve Boşnak kültürüne dair ne varsa yok ediliyor, toplama kamplarında akıl almaz işkenceler yapılıyordu. Aliya, tüm halkı bu saldırılara karşı koymaya çağırıyor, Boşnaklar Aliya’nın liderliğinde çetin bir mücadele veriyordu. “Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler”.

Srebrenitsa Soykırımı

Boşnakların elindeki silahlar Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından “halkı kendilerinin koruyacağı” gerekçesiyle toplanmış ve bölge insanları savunmasız kalmıştı. Srebrenitsa’yı korumakla görevli olan Hollandalı Komutan Karremans kendisine sığınan 25 bin kişiyle birlikte şehri Sırplara teslim etti. Srebrenitsa’ya giren Sırp ordusu, 11 Temmuz 1995’te 8 bin 372 Boşnak’ı katletti. Sonraki günlerde Sırp General Ratko Mladic, şehri boşaltan Karremans’a hediye verirken görüntülendi.

Avrupa’da hukuki olarak da belgelenmiş ilk soykırım olma özelliği taşıyan Srebrenitsa soykırımı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen en büyük toplu katliam olup üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen unutulmadı. Nilüfer’in “Bosna’da bıraktım kalbimi çocuklara” şarkısı, o dönemin unutulmayacak bir Türk ağıtıdır.

Uluslararası Adalet Divanı, uzun süren yargılamalarla, olan bitenlere “katliam” dedi ve Ratko Mladic’i birçok suçtan müebbet hapse çarptırdı. Değişik mahkemelerde Srebrenitsa katliamı nedeniyle 45 Sırp da ağır cezalara çarptırıldı.

Müslümanlar açısından Bosna savaşının faturası çok ağır oldu. 1991-l995 yılları arasında 200 bini aşkın Boşnak hayatını kaybetti, iki milyon insan evlerini terk etmek zorunda kaldı, birçok köy ve kasaba yakıldı. Boşnakların tarihi hafızasını ve Müslüman kimliğini yok etmek için birçok kütüphane ve arşiv, yüzlerce cami yok edildi. Mezarlıklar bile bu barbar saldırılardan payını aldı.

“Ben Avrupa`ya başım eğik gitmiyorum. Çünkü biz çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptı. Hem de Batı`nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına!”.

Hafif silahlı Boşnakların başında, bağımsız Bosna’nın başkanı Aliya İzzetbegoviç vardı. Brüksel’de bir toplantıda Aliya iyice bunalmıştı. Neredeyse her şeyin bittiği bir anda gazetecilerin, “Şimdi ne yapacaksınız?” sorusuna, “Şimdi ben İstanbul’a gidiyorum” diyerek kalbindeki Türkiye sevgisini gösterdi. Ne yazık ki dönemin başbakanı Demirel, Bosna’ya el altından destek verse de İstanbul’a gelen mazlumların sesi Aliya ile o acılı günlerde görüşmedi. “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey, düşmanlarımızın sesi değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır!”.

Fakat rahmetli Turgut Özal, açıkça ve her zaman Boşnakların yanında oldu. Özal, ABD’de Prostat Kanseri ameliyatı sonrası ziyaretine gelen Başkan Bush’a o haliyle bile ısrarla Bosna’daki katliama müdahale etmesini telkin edip durdu. Sonraki ABD Başkanı Clinton’a da Türk askerinin duruma müdahalesini önerdi ancak kabul ettiremedi. Bizim utandığımız din savaşları uygar(!) dünyada bitmemiş miydi yoksa?

“Şunu hiç unutma evlat! Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan üzerine, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!”.

Türk halkı tek yürek halinde Bosna halkının ardında saf tuttu, kolundaki bileziği, giysisi, yatağı yorganıyla her açıdan destekledi. Elimizde olan, eşten dosttan toplanan her şeyi Bosnalılar için gönderdik.

Aliya, ahlakı, menfaate ve faydaya feda etmeyen bir liderdir. Büyük kıyım ve zulümlere rağmen hiçbir şekilde adalet ve merhametten sapmadı. “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir. Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın anlamı kalmaz”.

Özal’ın kalp ağrısı

Sırpların giriştiği soykırımlara Cumhurbaşkanı Turgut Özal çok üzülüyor, çözüm için peş peşe sonuçsuz görüşmeler yapıyordu.
Sonunda Prof. Mustafa Kahramanyol adına ulaştı; bu kişi bir askerdi ve bölgeyi de bölge insanını da çok iyi tanıyordu. 1993 Şubat’ında Özal kendisini Harbiye Orduevi’ne çağırarak “Ne yapmak lazım?” diye sordu. Kahramanyol, yapılması gerekenleri, başta Boşnak Ordusu’nun eğitimi, Bosna’ya silâh sevkiyatı, gerekirse bölgeye gönüllülerin gönderilmesi olmak üzere tek tek sıraladı.
Prof. Kahramanyol sözlerini bitirince Özal, “Seni bana Allah gönderdi” dedi ve devletin ilgili kurumlarına “harekete geçin!” talimatını verdi.
Buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devlet olarak harekete geçemedi. Özal’ın vefat etmesi ile resmi Bosna defteri kapandı. İkinci bir toplantı yapılmadı.

Barış

ABD, Balkanlar’daki çatışmaların uzamasının kendi çıkarlarına zarar vereceğini gördü. 28 Ağustos’ta Saraybosna’nın merkezinde pazar yerine yapılan havan topu saldırısında 43 insan öldü. Bunun üzerine NATO tarafından 30 Ağustos 1995 tarihinde Bosna’daki Sırp hedeflere yönelik operasyon başlatıldı.

ABD askerlerinin yanı sıra, Türkiye, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İtalya ve İspanya’dan askerlerin de katıldığı NATO müdahalesinde toplam 750 saldırı düzenlendi. Müdahale hızlı bir şekilde 20 gün içinde amacına ulaştı.

Boşnaklar savaşta üstünlüğü ele geçirmişti ki Miloşeviç, Tudjman ve İzzetbegoviç ABD’de bir araya getirildi. Her üç lider de önlerine konan anlaşmayı imzalamak istemedi. Bunun üzerine liderlerin dünya ile ilişkileri kesildi, hepsine askeri üste tutuklu muamelesi yapıldı, tehdit ve hakaretler yağdı. Sonunda 14 Aralık 1995’te antlaşma ortaya çıktı; özellikle de Boşnakların, Osmanlıya dayatılan Sevr benzeri bir antlaşmaya imza atmaları sağlandı. Bu metnin adına da “Dayton Barış Antlaşması” denildi!

Aliya İzzetbegoviç, silahları sustursa da ülkeye karmaşık bir siyasi yapı getiren Dayton’u, “Ne yazık ki bu adil bir barış değil, ancak savaşın sürmesinden daha iyidir” diyerek kabullendi.

1999’da da Kosova’da Arnavut katliamına başlayan Sırplara karşı aynı NATO, Srebrenitsa’daki hatasını tekrarlamadı ve hızla müdahale ederek yeni bir soykırımı önledi.

Aliya ilk Cumhurbaşkanı

Aliya İzzetbegoviç, savaşın ardından yapılan ilk seçimde Bağımsız Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı ve daha sonra da Devlet Başkanlığı Konseyi’nin ilk başkanı oldu. “Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı”.

Onun aşağıdaki öğüdünü İslam dünyasında kendisinden başka uygulayan olmadı:
“İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin, kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur, her iktidar geçicidir ve herkes er ya da geç önce milletin ve nihayet Allah`ın önünde hesap verecektir”.

Bilge kişiliğiyle de tanınan Aliya, hayatı boyunca kitaplar yazdı. 1997’de Tahran’daki İslam ülkeleri konferansında, eleştirilerini tüm İslam dünyasına haykırdı:

“Evet İslam en mükemmeldir ama biz mükemmel değiliz! Batı güçlü, kültürlü ve organizedir, okulları bizimkilerden daha iyi, şehirleri bizimkilerden daha temizdir. Batıda insan hakları daha üst düzeydedir, fakirlere ve özürlülere yönelik sosyal imkanlar daha iyidir. Batılılar genelde sorumlu ve doğru insanlar. Onların gelişmişliklerinin karanlık yönlerini de biliyor ve göz ardı etmiyorum. Batıyı küçümsemek yerine onunla yarışmalıyız! Kur’an bize “İyiliklerde yarışın!” diye emretmiyor mu? “

Aliya, 2000’de sağlık sorunları nedeniyle Devlet Başkanlığından istifa etti. Bosna Hersek halkına uluslararası arenada tanınan, bağımsız ve egemen bir devlet bıraktı ve 19 Ekim 2003’te başkent Saraybosna’da vefat etti. “Hayat inanan ve güzel ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur”.

Cenazesine farklı ülkelerden 150 binden fazla insanın katıldığı Boşnak lider, vefatından önce “Şehitlerin arasında mütevazi bir mezara defnedilmek istediğini” vasiyet etmişti; Saraybosna’da acının ve direnişin sembolü olan Kovaçi Şehitliği’ne defnedildi.

Aliya olmasaydı bugün Fatih’lerin Bosna’daki yetimlerinin son parçalarını, faşist Sırp ve Hırvatların kanlı dişleri arasında seyrediyor olurduk. Onun hayatı, bir yandan tevazu ve sadelik diğer yandan insanlığın özgürlüğü ve adalet için azimle çalışmaktan ibaretti. Yardımseverdi, cesurdu, korkusuz ve mücadeleciydi.

“Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın”.

Aliya Bosna’dır, insanlık adına bir umuttur; Boşnaklar için sadece bir lider değil aynı zamanda hepimiz için bir örnek, bir eğitmen ve semboldür. O, hepimizin Aliya’sıdır.

Selahaddin Eyyubi’nin sekiz yüzyıl sonraki izdüşümüne, günümüz Müslümanlarının kutup yıldızına selam, hürmet ve rahmet dualarıyla!

Prof. Dr. Rüstem Aşkın. Yüzyılın Hikayesi (Kitap)

İDEOLOJİLER: TUTUNAMAYANLARIN ÇIĞLIKLARI!

İDEOLOJİLER TUTUNAMAYANLARIN ÇIĞLIKLARIYDI!

Hayatın anlamını bulmaya çalışıyorsanız, aradığınız kendinizdir (Joseph Campbell).

 

On’lu yaşlarımızda iki sığ kavramla dünyada olan biten her şeyi anlayacağımızı, bir yerlere bağlanarak özgürleşeceğimizi(!) sanmıştık! Çevremdekiler solcuların komünist ve devlet düşmanı olduğunu, sağcıların Yunus misali sevgi dolu olduğunu söylediler, inandım. Zeytinburnu’nda dayımın eczanesindeki çırak “solcular yakışıklı ve parkalı, sağcılar çirkin ve paltolu olur” demişti, hüzünlenmiştim.

İdeolojiler bu ülkede bir cemaatleşme aracı idi; köyünden kasabasından kopmuş insanların sığındığı bir getto, derdini ve sevincini paylaşacağı, yol yordam öğreneceği bir dayanışma aracı. Solda da sağda da anne babalarını cahil bulan, bütün bir hayatı, tepkileri, iyi-kötü olguları, hatta sevdalarını sağ ya da sol denen iki adet “üç harfli”ye sığdıran yığınla insan. “Ve aydınlarımız, o iki kelime, o meçhul hayaletler için tapınaklara taş taşıyan birer köle”.

Anadolu’nun soluk benizli çocukları aynı türküleri dinleyip farklı yorumlayarak, esasen bir kimlik, ilgi ve anlam arayışı uğruna birbirlerini kırdılar. Bilemediler ki ya bendensin ya da bir hiç yaklaşımı ideolojik bir anlayış hatta bir anlayış bile değildi. İki hayalet kelime yüzünden aileler bölündü, anlamını bile bilmedikleri bu kelimeler uğruna öz kardeşler birbirini katletti; sonuç koskoca bir hüsrandı!

Türkçülük dışındaki ideolojiler, asırlara uzanan köklere, eski hikayelere sahipti ve tamamı ithaldi; kurtarılmış bölgeler, silahlı nöbetler rezaletti.

12 Eylül darbesine sevindim. Kan dökme yarışı durmuştu, artık sokaklarda rahatça yürüyebilecek, evlerimize korkmadan gidebilecek, can derdi olmadan okuyabilecektik. Altı kardeştik, dördümüz “dava” uğruna cezaevlerini boyladık; ne bir suç ne bir delil.

Solun toplam düşüncesi sömürü düzenini değiştirmekti; kimse de aksini söylemezdi hani. Mahalle aralarında yumruklaşan yüzlerce sol fraksiyon vardı. Marx şöyle der, Lenin böyle, Mao şöyle, Troçki, Politzer, Plehanov, Cohen, Lukács böyle; diyalektik, aşamalı devrim, lümpen proleterya, küçük burjuva, ütopik/bilimsel sosyalizm…millî demokratik devrim, aşamalı sosyalizm, özgürlükçü sosyalizm, özgürlüksüz bilmem neler… Çavuşesku’cu, Castro’cu, Tito’cu, şucu bucu, bu ülkeden olmasın da…

Dev-Sol gibi birkaç silahlı örgüt ise sadece şiddete inanırdı.

İslamcılarda da aynı abuk sabuk ayrışma merakı çoktu. “Hangi bankanın faizi helaldir(!)” fetvasından “horozu keserken başı kıbleye döndürülmeli mi?” sorusuna kadar yüzlerce tartışma konusu bulmakta ustaydılar. İslami kesimde dini düşünceye sızmış hurafelerin/vesveselerin hala sağlıklı biçimde çalışılmadığını düşünüyorum.

Solcular diğerleri için faşist, goşist, oportünist, uşak, revizyonist gibi iltifatları seçerken İslamcılar, münafık, dinsiz, imansız, zındık, mürtet, hain ve kâfir gibi zengin bir terminolojiye sahipti; en nefret ettiğimse hala ikide bir kullandıkları “imanından şüphe edilir senin” tekerlemesi. Ülkücüler karşı görüştekilere genelde basit ve bütünlükçü(!) bir damga vururdu: komünist!.

Döneklik bütün gruplar için “büyük günah” idi. Asla taviz vermemek, düşüncelerinden milim geri adım atmamak, şiddeti savunmak yiğitlikti. En kavgacılar en samimi sayılır, özellikle cezaevini ziyaret edenler yoz tipler bile olsa idolleşirdi. Dünyaya meydan okuduğumuzu ve dünyalar kadar büyük olduğumuzu sanan zavallılardık.

Milliyetçi sağın dünya görüşünün özeti devleti korumaktı. Ülkücüler Türk birliğini kurma ve daha çok “komünizme karşı” devleti savunma hareketiydiler. Doğrusu bunun için de bir sürü kitap okumaya gerek yoktu: Yüzyıllardır savaştığımız Rus komşu ve komünizmin “özgürleştirdiği(!), darağaçlarında bir bir sallanan Türk devletleri yanı başımızdaydı. Zaman bu konuda sağın haklılığını gösterdi.

Bir kış gecesi otobüsümüzle mahsur kaldığımız Sivas Terminalinde şapkalı üç köylü çay ısmarladılar. Sonra komünizmin güzelliklerini, Rusya’da herkesin çok mutlu ve varlıklı olduğunu anlattılar; kulaklarıma inanamamıştım. Böyle açıktan komünizmi öven hiçbir köylü görmemiştim, onları tersledim, onlar bunu “çocukluğuma verdiler”.

Sol ve sağda temel amaç ve sloganların da benzerliği ilginçti: Biri “milletim için” diğeri “halkım uğruna”, biri “memleket”, diğeri “vatan”, biri “eşitlik” derken diğeri “adalet”.  diyerek dövüşüyordu; biri milliyetçilikten, diğeri ulusçuluktan söz ediyordu. İki taraf da “yabancılar defolsun” diyordu ancak kastettikleri yabancılar farklıydı; Mevlâna “Dört Adamın Üzüm Kavgası” hikayesini sanki bizler için yazmıştı.

Sağcılar sağcılık sattı, solcular solculuk…Haklarını yemeyelim, sanırım İslam’ı satanlar en karlıları çıktı. Babam hep söylerdi de inanmazdık!

Bu coğrafyada kimliğini kendi çabasıyla bulmak, kendini düşmansız tanımlamak, insanları sahici bir barışa çağırmak zor zanaattı. Barış, herkesin küçük mahallesinin dışına çıkmasıyla, farklı düşüncedekilerle etkileşmekle, önyargısız söyleşmekle, en nihayet adilane bölüşmekle mümkündü ki bunlar da bize uymadı. Tarım toplumunun arazi kavgası kültürüyle ellerdeki bıçak tabancalarla huzur içinde yaşamak mümkün olmuyor!

Evet, neleri sevmemizi, neleri sevmememizi, neleri görmemizi, gördüklerimizi nasıl anlayıp anlatacağımızı, yanlış(!) anlarsak onu nasıl düzelteceğimizi öğreten körler rehberiydi ideoloji. İnsani duygularımızdan kuvvet aldı, bizi insanlıktan çıkardı! Yaşanan felaketler birer oyun, vurulanlar oyuncak çocuk değildi.

Sembollerin oltaların ucuna takıldığını, “büyük” ülkülerin büyük fenalıklara yol açacağını bilemedik. Yağmalandık!

“Hüsranlardan arta kalan”

OSMANLI’DAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE

“Hüsranlardan arta kalan”

29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edilir, Gazi Mustafa Kemal, Meclis tarafından oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçilir. Hemen ertesi gün 30 Ekim 1923’te silah arkadaşı İsmet İnönü’ye kendi el yazısıyla yazdığı mektupta “işlerinin kolay olmadığını” şu ifadelerle anlatır: 

Bize kalan miras, geri, borçlu ve hastalıklı bir vatan. Fakir bir köylü devletiyiz. Her yerde tefeciler halkı eziyor.

Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az.

Dört bin kilometre demiryolunun bir metresi bile bizim değil.

Köylümüzü topraklandırmalı, bir çift öküz ve bir saban vererek çiftçi yapmalıyız.

Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmaz.

Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz.

Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.

Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var.

Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor.

Üç milyon insanımız trahomlu.

Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde, bit ciddi sorun.

Nüfusumuzun yarısı hasta.

Bebek ölüm oranı yüzde 60’ı geçiyor.

Nüfusun yüzde 80’i kırsal bölgelerde ve önemli bölümü göçebe. Telefon, motor, makine yok.

 Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik ancak İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.

1838 yılında İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Antlaşması ve ardından diğer Batılı devletlerle imzalanan benzer antlaşmalar gümrük duvarlarını büyük ölçüde kaldırdı. Osmanlı pazarları ucuz ve düşük kaliteli Avrupa ürünlerinin işgaline uğradı, yerli ürünler piyasadan silindi. Bu süreç önce ticaret ve sanayimizi, ardından devletin maliyesini ve sonunda devleti çökertti.

Osmanlı devleti, 1800’den 1918’e kadarki 118 yılın 53 yılını savaşlarla geçirdi. Ülke yanıp yıkıldı. Anadolu dışında kalan insanlar sırtlarında birer çuvalla, yarısı yollarda kırılarak büyük göç dalgaları halinde Anadolu’ya sığındı. Trablusgarp’la başlayan ve Kurtuluş Savaşı ile biten son savaş dönemi toplam 12 yıl sürdü.

Osmanlı bütçesinin aslan payı Avrupa’ya olan borçlara (Düyunu Umumiye) ve savunma harcamalarına gidiyordu. Kişi başına düşen gelir Batı Avrupa’nın onda biri, Bulgaristan ve Yunanistan’ın beşte biri kadardı. Avrupa sanayileşmiş, Osmanlı tarım devleti olarak kalmıştı.

İttihat ve Terakki, hep asker/memur olma özlemi çeken halkı üretici olmaya, ticarete, sanata teşvik etti. Hemen her alanda yurtdışına öğrenciler gönderildi. Bu yolla Şükrü Saraçoğlu’dan, İbrahim Fazıl Pelin, Hasan Saka, Mustafa Şekip Tunç, Avni Lifij ve Çallı İbrahim’e kadar Cumhuriyet’in sayılı bilim ve sanat insanları yetişti. Cumhuriyetçi kadroların çoğu İttihatçı idi.

6 Temmuz 1914 tarihinde Meclise sunulan bütçede devletin toplam gideri 34 milyon lira, eğitime ayrılan miktar sadece 500 bin lira, kibrit ithaline ayrılan ödenek ise 200 bin liraydı!

Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı patladığında ülkeyi yönetenler, padişahı kenara itmiş, siyaseten cahil bir kadroydu. Enver Paşa, Mustafa Kemal’i ve diğer savaş karşıtı komutanları istemiyordu zira “Savaşa girmezsek İngiltere ve Rusya bizi parçalayacak!” düşüncesindeydi.

Birkaç ayda bitecek sanılan Büyük Savaş dört yıl sürdü. Tarihin o güne kadar gördüğü bu en kanlı savaşta yaklaşık 40 milyon insan can verdi. Biz de 60 bini sadece Sarıkamış taarruzunda olmak üzere 325.000 askerimizi şehit verdik.

Osmanlı’nın bunları kaldıracak takati yoktu ve savaş bittiğinde (1918) “dokunsan yıkılacak haldeydi”. Ülkeyi savaşa sokan kadro kendi güvenlikleri için birer ikişer ülkeyi terk etti, pek çoğu yabancı ülkelerde, suikastlarda hayatlarını kaybetti. 13 Kasım 1918 ve 4 Ekim 1923 arasında İstanbul, beş yıl boyunca İngiltere ve diğer İtilaf Devletlerinin işgali altında kaldı.

İngiltere ve müttefikleri Suriye, Irak ve Kudüs’ü işgal etti. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi, 10 Ağustos 1919’da çok ağır şartlar dayatan Sevr Antlaşması imzalandı. Millî Mücadele zaferle sonuçlanınca 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması yapıldı.

Türk aydınlarının en yiğit, idealist ve eğitimlileri gittikleri cephelerden geri dönemedi. Ekonomi tümden harap oldu. Ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştı. Hayvan ve erkek bulunmadığı için kağnı ve sabana kadınlar koşuldu.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 5-10 sanayi işletmesinin yanı sıra Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, ilkokuldan üniversiteye her türden okullar, ordu, parlamento, siyasî partiler, itfaiye, posta, jandarma ve polis teşkilâtları, spor kulüpleri, Kızılay, Yeşilay, Ziraat Bankası, gazeteler, Osmanlının borcu, Osmanlının bayrağı, çok sayıda kanun miras olarak kaldı. Cumhuriyet bu miras üzerinde yükseldi. Mustafa Kemal Paşa, Enver, Fevzi, Karabekir Paşalar bu devrin çok iyi yetişmiş kurmaylarıdır ancak birer subay olarak coğrafyaya ve dünya siyasetine vakıf değildiler.

Osmanlıda, Tanzimat’ı takiben açılan yabancılara ait okullarla birlikte bir kısmı Avrupa’da eğitim gören bürokrat-aydın kuşağın temsilcileri 1980’li yıllara kadar ülkenin seçkinlerini oluşturdu. Hâkim kültür Fransız kültürü idi.

Osmanlıda Hristiyanlar uzun yıllar askerlikten muaf oluşları, dış dünya ile bağlantıları ve yabancı ülkelerce korunmaları, kapitülasyonlardan sağladıkları kazanımlar, matbaayı Müslümanlardan yüz elli yıl önce kullanmaya başlamaları ve etkin eğitim kurumlarına sahip olmaları gibi avantajlarla ülkede hâkim unsur oldular. Batılılaşma yolunda gayrimüslimler aktif rol aldı.

Mustafa Kemal Atatürk, Mersin gezisinde şehirde gördüğü büyük binaların kime ait olduğunu soruyordu…

“Bu köşk kimin?”

“Kirkor’un…”.

“Ya şu koca bina?”

“Yargo’nun…”.

“Ya şu?”

“Solomon’un…”.

Atatürk öfkeyle:

“Onlar bu binaları yaparken siz neredeydiniz?”.

Toplananlar arasından bir köylünün sesi duyuldu:

“Biz Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlarda, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkas’larda, Çanakkale’de savaşıyorduk Paşa’m!”.

Atatürk, bu hatırasını anlatırken şöyle dedi:

“Hayatta cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur…”.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devredilen, burjuvazi, sermaye ve girişimcilik değil devletçilik ve memuriyettir; ne yazık ki bu hala en iyi koruduğumuz sermayemizdir(!).

Osmanlı istatistiklerine göre 1912 yılında sanayiinin yüzde 48’i Rumlara, yüzde 30’u Ermenilere, yüzde 10’u diğer azınlıklara ve sadece yüzde 12’si Türklere aitti!

Cumhuriyetin ilk hedefi, öylesine mütevazı idi ki sadece üç beyazda, un, şeker ve pamukta ülkeyi kendine yeter hale getirmekti ve bu başarıldı.

Prof. Dr. Rüstem Aşkın
Yüzyılın Hikayesi (Kitap)

BENİM DOĞDUĞUM KÖYLER I.

BENİM DOĞDUĞUM KÖYLER 

“Benim doğduğum köyleri/Akşamları eşkıyalar basardı. 

Bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem / Konuş biraz!” (Cahit Külebi)

 

Babam uzaklarda öğretmendi, dört-beş yaşlarındayken köyde bir süre babaannemle ikimiz kaldık. Babaannem, hamuru kestane yaprağına sarıp kızgın külde tandır ekmeği yapar, evin arkasında öten kargalara, tiz sesiyle “hayırlıysan bi daha öt, hayırsızsan kalk da git!” diye söylenirdi. Bazen “Acaba o kargalar bi daha ötmemiş miydi?” dediğim anlarda, geçmiş zamanın dut ağacına asılı salıncaklarına, ayakları çamurlu, kalpleri tertemiz arkadaşlarıma koşar, o diyarlardan sevinçler, gülmeler toplar gelirim. Dünyada hiçbir gülüş çocuklarınki kadar içten ve masum değildir.

Bir insanın anavatanı çocukluğudur, derler. Uzaklarda kalan solgun rengiyle soylu atların koşusu, bin bir renkten yaban çiçeklerinin kokusudur çocukluk; gözden uzaklaştıkça daha bir güzelleşir. Ne kadar zor şartlarda olursa olsun, yiyecek birkaç lokması, oynayacak bir arkadaşı olan çocuk o harika esnekliğiyle kendini suyun üstünde tutup gülebilir. Afrika’nın, Pakistan’ın sokaklarındaki dünyanın o en beklentisiz yavruları, Norveç’in, Hollanda’nın her türlü maddi imkana sahip çocuklarından daha üretken, daha mutlu olabilirler. Belki o yarı aç çocuklar doğal ve basit, belki de daha özgür yaşadıkları için mutludurlar, kim bilir?

Benim doğduğum köylerde yoksulluk vardı, korku vardı. Bizler çelik-çomak’tan dokuz taş’a, misketten futbola, saklambaçtan köşekapmaca’ya türlü oyunlarla çevrede olup bitenlerin pek farkında olmazdık. Kırda, bayırda, bahçede, ağaçlarda, derelerde, bir tahta köprünün gölgesinde dünyayı unuturduk, cennet çocuklukta gizliydi sanki.

Salkım saçak duvarları, rengarenk bahçeleri, ahşap evleri, yanı başımızda uyuyan kedimizle, hırçın denizi ve ürpertileriyle, gazlı lambaları, teneke saksıları, yağmur sesini kucaklayan toprak kokusuyla, kızaran ufkun hüznüne karışan akşam ezanlarıyla ilk aşkımızdı çocukluğumuz. Yorgunlukları, korkuları, hüzünleri sabahın ilk ışıklarında yıkayıp hayata her gün yeniden başlamaktı.

60’larda benden on beş-yirmi dakika önce tek yumurta ikizim Şensel doğmuş. Arkadan ben de gelince annem, “ikisine birden nasıl bakarım” diye üzülmüş. Aynı zamanda ebemiz de olan babaannem beni kendine almış, ben babaannemin oğluydum yani, bunu hep keyifle anlatırdı…

Evimiz, yamaç bir mısır tarlasının başındaki düzlükte, dut ve incir ağaçlarıyla çevrili, iki katlı, kagir bir ev; üç oda, bir salon. En küçük odadaki sedirde babaannem, yer yataklarında da ikizim ve ben yatardık. Bahçemizden minik ellerimizle topladığımız meyve ve sebzelerin enfes kokularıyla ay ışığının ve yıldızların doluştuğu odamızda, kavak dallarının penceremizdeki hışırtıları arasında uyumak bir masal bahçesinde uyumak gibiydi. Evet, çocukluk bir masaldı!..

Her akşam bitkin yatar, sabah erkenden babamın açtığı radyodan Özay Gönlüm’ün veya Neşet Ertaş’ın türkülerine eşlik eden horoz sesleri ve yüzümüzü okşayan seher yeliyle uyanırdık.

Babaannemin lakabı “çavuş”, köyümüzün adı da tesadüfen Çavuşbaşı idi. Köyümüz, Çamaş nahiyemize (şimdi o da ilçe oldu) altı kilometre, ilçemiz Fatsa’ya 14 kilometre uzaklıkta idi. İlçeye yılda birkaç defa giderdik. Patika yolda 30-40 dakika yürüdükten sonra boyası dökük, burunlu bir otobüsle veya bir kamyonla eğri-büğrü, stabilize bir yoldan varırdık Fatsa’ya. Otobüste oturacak bir koltuk bulmuşsak en tatlı uykularımızı uyurduk. Fatsa’yı ve denizi görmek bir başkaydı: iskelesinden balıklama atladığımız, taş sektirdiğimiz, hayal kurduğumuz, hüzünlendiğimiz engin mavilik…

İlkokulumuz da evimize iki kilometre uzaklıktaydı. İlk sınıflarda iki tarafı ağaçlık yolu, omuzumuzda bir soba odunuyla güç bela çıkar, dönüşte güle oynaya inerdik. Baharları yol kenarında boy gösteren mor süsen (iris) çiçeklerine bayılırdım. Hava kararmışsa ölülerin dirilme ihtimaline karşı bir gözümüz mezarlık tarafında yürürdük. Ağaçların arkasından “kanun kaçaklarının” çıkmasından da korkardık.

Okulumuz, yokuşun ortasındaki geniş, düz, çimenli bir bahçede, bütün okullar gibi duvarları fiş ve resimlerle dolu, tek katlı, sarı boyalıydı. Müdürümüz herkesin ödünün koptuğu babamdı; şöyle bir bahçede görününce koşuşmalarımız ağır çekime dönüşür, diğer öğretmenler bile usulca köşelere çekilirdi.

Doğup büyüdüğümüz yerlerdeki ilk yaşantılar, ilk öğrendiklerimiz, ilk zorlanışlar hayatımıza damgasını vuruyor.

Bölgede Cumhuriyetle birlikte ilk açılan okul bizim köyümüzünki imiş; o yüzden babam dahil en fazla öğretmen de bizim köyde yetişmiş. Çevre köylerdeki kimi çocuklar gelebilirlerse saatlerce yürüyerek ya da anne-babalarının sırtlarında okula gelirlermiş.

Benim doğduğum köy(ler)de, elektrik yoktu, araba yolu ve bakkal da…Ama ağaçlar, dereler, tepeler, hayvanlar çoktu. Pınarın suyu yosunlu ama soğuktu. Değil televizyon, çoğu evde radyo, insanların çoğunda kol saati ve hiçbir evde telefon yoktu.

Kara sabanı, değirmeni, dibek taşını, temizlik kilini, çıkrıkla yün eğiren nineleri, bakır kalaycılarını hatırlıyorum. Bilaloğlu Ali amcanın kara sabanla toprağı sürerken öküzlere sövüp saymasını…

Buralarda köy hayatı ortaktı. Havaya sıkılan kurşunlar, yüzülen-balık tutulan dereler, kumda futbol, karın doyurulan kiraz, dut, incir, elma her türden meyve, böğürtlenler, sütüne doyamadığımız inekler, değirmenler, kaynak suları, kimi kışlar kapanan patika, çamurlu, karanlık yollar, kara lastikler, imeceler, tarla kavgaları, mısır, fındık, ıslıkla söylenen türküler…

Ben küçükken toprak kazmayla kazılır, yakacak odun baltayla kesilirdi. Mısır öğüttüğümüz değirmende suyun çarka vuruşu, sırılsıklam ıslandığımız yağmurlar, annemin bizi sarıp sarmalayıp sobanın yanı başına oturtması hep birer maceraydı. Her bahar deredeki sel suyundan odun kapma sevdamız, ürkek, esmer yüzlü Nuriye teyzeyi sele kaptırdığımız gün ağıtlarla son buldu.

Hüzün, mahrumiyet, şiddet, doktorsuzluk, erken yaşta ölümler, jandarma korkusu, kadının ameleliği de ortaktı. Köyümüzde üretilmeyen çayı, buğday ekmeğini, kavunu, karpuzu yılda bir-iki kere gören hatta görmeyen komşular bilirim. Şehre “gezmek için” giden kadın olmazdı ama evimizin az ötesinde Tireki mahallesinde kadınların akşam kavgaları kuraldı.

Mısır ekmeği, yayık ayranı, üzüm ve dut pekmezi, kara lahana, ipte kurutulan biber/patlıcan/fasulye, ay ışığında çeşme yanı ergen sohbetleri, mısır püskülünden sigara, kıvrımlı, taşlık, kara sinekli toprak yollar, soğuk kış geceleri, tavşan ve kuş avlamak, sobalı odalar, gazlı lambalar, cam enjektörler, cıvıl cıvıl yazlar, balık kokulu dereler, gazel dolu bahçeler, günlerce bitmeyen yağmurlar, dumanlı dağlar ortaktı.

Bilmem ki coğrafya kader miydi? Değildi ama…

Babamın doksan yılı

 

BABAMIN DOKSAN YILI

Uzun bir yoldu, hep yokuş!

 

1928’de doğmuşsun, Atatürk dönemini hatırlıyorsun. 29’da çok uzaklardaki Sivas depreminde, çit evinizin çatısı beşiğinin üzerine düşmüş; babaannem beşiğin yarısının çitin dışında yarısınınsa içinde kaldığını anlatırdı. Belki bu yüzden belki de ilk evlat olduğun için seni nazladığını sanıyorum. Gururluydun…

Babanın mesleği yüzünden ailemiz “değirmenciler” olarak anılmasından çocukken incinirdim. İkizim Şensel’le beni babaannem doğurtmuş. İki oğlun varken arkadan iki tanesinin daha gelmesine üzülmüş müydün ki? Annem sevindiğini söylerdi.

Öğretmenliğine kadarki yoksulluğunuzu uzun uzun anlatmayı severdin. Sadece 50 kilometre yürüyerek ameleliğe gittiğini söylesen başka söze gerek kalır mıydı ve bilmem kimseler inanır mıydı?  

Öğretmen okuluna köydeki muskacı komşunun eski ayakkabısı ile gitmişsin. Çocukken keçi otlatır, köylülerin meyvelerini toplar, ağaçlarını budar karşılığında yiyecek ve odun alırmışsın. Bunlar biraz da ülkemin yirminci yüzyılının hikayesi değil mi?

Okuduğun köy enstitüsünde sadece Türkçe, matematik değil, ziraat, mobilyacılık gibi zanaatlar da öğrendiğinizi anlatırdın.

İlk öğretmenimdin, ilkokulumuzun da müdürü. Disiplininden herkes titrerdi. O sertlikle Adilcevaz’dan Alaçam’a, Anadolu’nun ıssız köşelerinde bir kahraman edasıyla öğretmenlik yapmıştın. Kim bilir belki gerçekten o dağ başlarının “başıboş”, özgür çocuklarına başka türlü eğitim verme şansın yoktu, belki de vardı bilemiyorum.

Doğruluk, dürüstlük üzerine sözlerin iliklerimize işlerdi. Çok sonraları kusursuz insan olamayacağını fark ettik ama tornandan geçmiştik bir kere.

Seninle yığınla unutulmaz anımız var, çoğu hüzün renginde…

İstenen pantolonu alamadığın için okuluna üç yıl gecikmeli gittiğine hala inanamıyorum.

Altı çocuğunu açlık-susuzluk hissettirmeden büyütmene hayret ediyorum!

İlkokul sonrası yaşı 11’e basan/basmayan evlatlarını birer ikişer uzaklara gönderdiğin yıllar.

Mola yerlerinde, menüdeki tek seçeneğimizin çorba olduğu yollar…

Bizi gurbete uğurlarken üzüldüğünü belli etmezdin. Gün doğarken yatılıya uğurlanma yerimiz Kaptan’ın Boğaz, hala boğazımda düğümdür. Yokuş, kıvrımlı, taşlık yolun ucundaki tahta köprüyü geçince vardığımız düz, toprak yolda dönüp geridekilere el sallardık. O buğulu hatıra, hep ayrılığın ve hüznün resmi olarak gözlerimdedir.

Senin otoritenden biraz kurtulduğumuz yaşlarda bastıran politik şiddet, bugün bile bitmeyişine öfkelendiğim kör döğüşleri, aptalca kamplaşmalar, uğursuz önyargılar, bir de “dava” denilen hinlikler, sahtelikler, psikopatlıklar…

Tamamına yakını sol eğilimli bölgemizde hasbelkader sağ cenaha düşmüş bir aile olmamızın trajedisi. Kendi köyümüzde yaşadığımız tecrit, en yakın komşumuz/akrabamız Cemal amcayla oğlu Osman’ın, birçok sınıf, sıra, mahalle arkadaşımızın yollarda, okullarda, yataklarında, tenhalarda katledilmeleri. Ölümün kol gezdiği zamanlar. Bilmem ki “ölenler iyilerimiz miydi” yoksa?

Solun “kurtarılmış bölgesi”, polisin jandarmanın adının bile duyulmadığı Fatsa’da, devrim mahkemesinde kendi öğrencilerince yargılanmanı, bize zarar gelmemesi için onlara minnet etmeni unutamıyorum. Kaderde öğretmenine saygılı gençler de varmış ki hala hayattayız, şaşırıyorum.

Öğrencilerin sopayla adam olacağına iman etmene, diğer öğrencilerden ayırım yapmayasın diye bize daha da sert davranmış olmana üzülüyorum. Ve hala en çok sopanı yiyen öğrencilerinin seni anıp “ellerinden öperiz, bizi o adam etti!” diye minnet duymalarından gururlanıyorum…

Ciddiyetin yüzünden bizi az sevdiğini sanırdık. Bize sadece ayrılık ve kavuşma anlarında sarılırdın. Hasta olduğumuzda ve sen başımızı okşadığında bizi sevdiğini fark eder, mutlu olurduk. Ölümünden kısa süre önce kardeşimi “Rüstem” diyerek öptüğünü duyunca gözlerim doldu…

O Nazi subayı üslubunu yaşlılığında arada bir sana karşı kullanırdım, zaten azalan işitmen yüzünden bağrışmamız yeni muhabbet yöntemimiz ve hep birlikte gülme sebebimiz olmuştu. Böylece senden korkularımız da birer birer silindi.

Bize iki önemli şey öğrettin: dürüstlük ve haksızlık karşısında susmamak. İkisi de onurumuzu inşa etti ama bu çağa da hiç uymuyor ki baba! Hatta başımızı ikide bir belaya sokup duruyor ama güvenilirliğimizi koruyor ya bu yeter!

Senden kaptığım mükemmelciliğin yoruculuğunu oldukça geç fark ettim. Güvenmenin aldanmak denen bir coğrafyada doğduğumuzu, politikacılara dürüstlükten söz etmenin gülünçlüğünü de…Bugün yığınla kötülüğü, yalanı gördükçe bazen bize “dürüst insan olun! demekle yanlış mı yaptığın hissine kapılıyorum.

Şakacı anlatımın herkesi neşelendirirdi. Öğrencilerine bir konuyu anlattıktan sonra “bakın çok kolay, ben bile anladım” deyişin, bir giysinin fiyatını söyleyen satıcıyı “arsa fiyatınaymış” deyip güldürmen benim de taklit ettiğim esprilerin.

Yıllar geçtikçe gözümüzde büyüdün, düne kadar sitemini ettiğimiz her şey kayboldu; kolay affeder, kolay özür diler olduk, biz de büyüdük yani. Şimdi hüzün ve hatıra karışımı her olay yeniden anlamlanıyor, böyle bir babayla gururlanıyoruz, 90’ı aşan ve çoğu yokuş olan yolculuğuna derin saygı duyuyoruz, seni yeni baştan seviyoruz…

Babalar dağlar gibidir ne de olsa!

Bu kadar çocuğu büyütmen yanında bir de uzun yıllar okutmayı nasıl becerdin bilemiyorum? İstediğin gibi kusursuz olamadıysak da bir baltaya sap olduk; hayatsa tam senin düşündüğün gibi değilmiş baba!

Çocuklarıma senin bize davrandığından daha yumuşak davransam da babalık sana daha çok yakışıyor. İsterdik ki orada oturup, bize gitgide unuttuğun geçmişten söz etsen, çocuklarımıza bizim çocukluğumuzu anlatıp bazen de kızıp dursaydın hani…

Yeter ki dursaydın!