İDEOLOJİLER TUTUNAMAYANLARIN ÇIĞLIKLARIYDI!
Hayatın anlamını bulmaya çalışıyorsanız, aradığınız kendinizdir (Joseph Campbell).
On’lu yaşlarımızda iki sığ kavramla dünyada olan biten her şeyi anlayacağımızı, bir yerlere bağlanarak özgürleşeceğimizi(!) sanmıştık! Çevremdekiler solcuların komünist ve devlet düşmanı olduğunu, sağcıların Yunus misali sevgi dolu olduğunu söylediler, inandım. Zeytinburnu’nda dayımın eczanesindeki çırak “solcular yakışıklı ve parkalı, sağcılar çirkin ve paltolu olur” demişti, hüzünlenmiştim.
İdeolojiler bu ülkede bir cemaatleşme aracı idi; köyünden, kasabasından kopmuş insanların sığındığı bir getto, derdini ve sevincini paylaşacağı, yol yordam öğreneceği bir dayanışma aracı. Solda da sağda da anne babalarını cahil bulan, bütün bir hayatı, tepkileri, iyi-kötü olguları, hatta sevdalarını sağ ya da sol denen iki adet “üç harfli”ye sığdıran yığınla insan. “Ve aydınlarımız, o iki kelime, o meçhul hayaletler için tapınaklara taş taşıyan birer köle”.
Anadolu’nun soluk benizli çocukları aynı türküleri dinleyip farklı yorumlayarak, esasen bir kimlik, ilgi ve anlam arayışı uğruna birbirlerini kırdılar. Bilemediler ki ya bendensin ya da bir hiç yaklaşımı ideolojik bir anlayış hatta bir anlayış bile değildi. İki hayalet kelime yüzünden aileler bölündü, anlamını bile bilmedikleri bu kelimeler uğruna öz kardeşler birbirini katletti; sonuç koskoca bir hüsrandı!
İdeolojilerin tamamı ithaldi; Türkçülük dışındakiler asırlara uzanan köklere, eski hikayelere sahipti; kurtarılmış bölgeler, silahlı nöbetler birer rezaletti.
12 Eylül darbesine sevindim. Kan dökme yarışı durmuştu, artık sokaklarda rahatça yürüyebilecek, evlerimize korkmadan gidebilecek, can derdi olmadan okuyabilecektik. Altı kardeştik, dördümüz “dava” uğruna cezaevlerini boyladık; ne bir suç ne bir delil.
Solun toplam düşüncesi sömürü düzenini değiştirmekti; kimse de aksini söylemezdi hani. Mahalle aralarında yumruklaşan yüzlerce sol fraksiyon vardı. Marx şöyle der, Lenin böyle, Mao şöyle, Troçki, Politzer, Plehanov, Cohen, Lukács böyle; diyalektik, aşamalı devrim, lümpen proleterya, küçük burjuva, ütopik/bilimsel sosyalizm…millî demokratik hem de silahlı devrim, aşamalı sosyalizm, özgürlükçü sosyalizm, özgürlüksüz bilmem neler… Çavuşesku’cu, Castro’cu, Tito’cu, şucu bucu, bu ülkeden olmasın da… Dev-Sol gibi birkaç silahlı örgüt ise sadece şiddete inanırdı.
İslamcılarda da aynı abuk sabuk ayrışma merakı çoktu. “Hangi bankanın faizi helaldir(!)” fetvasından “horozu keserken başı kıbleye döndürülmeli mi?” sorusuna kadar yüzlerce tartışma konusu bulmakta ustaydılar. İslami kesimde dini düşünceye sızmış hurafelerin/vesveselerin hala sağlıklı biçimde çalışılmadığını düşünüyorum.
Solcular diğerleri için faşist, goşist, oportünist, uşak, köpek, revizyonist gibi iltifatları seçerken İslamcılar, münafık, dinsiz, imansız, zındık, mürtet, hain ve kâfir vb. zengin bir terminolojiye sahipti; en nefret ettiğimse hala ikide bir kullandıkları “senin imanından şüphe edilir” tekerlemesi. Ülkücüler karşı görüştekilere genelde basit ve bütünlükçü(!) bir damga vururdu: komünist!
Döneklik bütün gruplar için “büyük günah” idi. Asla taviz vermemek, düşüncelerinden milim geri adım atmamak, şiddeti savunmak yiğitlikti. En kavgacılar en samimi sayılır, özellikle cezaevini ziyaret edenler yoz tipler bile olsa idolleşirdi. Dünyaya meydan okuduğumuzu ve dünyalar kadar büyük olduğumuzu sanan zavallılardık.
Ülkücüler Türk birliğini kurma ve daha çok “komünizme karşı” devleti savunma yani fahri polislik hareketiydiler. Doğrusu bunun için de bir sürü kitap okumaya gerek yoktu: Yüzyıllardır savaştığımız Rus komşu ve komünizmin “özgürleştirdiği(!), darağaçlarında bir bir sallanan Türk devletleri yanı başımızdaydı.
Bir kış gecesi otobüsümüzle mahsur kaldığımız Sivas Terminalinde şapkalı üç köylü yaklaşıp bana çay ısmarladılar. Masada komünizmin güzelliklerini, Rusya’da herkesin çok mutlu ve varlıklı olduğunu anlattılar; kulaklarıma inanamamıştım. Böyle açıktan komünizmi öven hiçbir köylü görmemiştim, onları tersledim, onlar bunu “çocukluğuma verdiler”.
Sol ve sağda temel amaç ve sloganların da benzerliği ilginçti: Biri “milletim için” diğeri “halkım uğruna”, biri “memleket”, diğeri “vatan”, biri “eşitlik” diğeri “adalet”, biri “milliyetçilik” diğeri “ulusalcılık” adına dövüşüyordu. İki taraf da “yabancılar defolsun” diyordu ancak kastettikleri yabancılar farklıydı. Mevlâna “Dört Adamın Üzüm Kavgası” hikayesini sanki bizler için yazmıştı.
Sağcılar sağcılık sattı, solcular solculuk…Haklarını yemeyelim, sanırım İslam’ı satanlar en karlıları çıktı. Babam hep söylerdi de inanmazdık!
Bu coğrafyada kimliğini kendi çabasıyla bulmak, kendini düşmansız tanımlamak, insanları sahici bir barışa çağırmak zor zenaattı. Barış, herkesin küçük mahallesinin dışına çıkmasıyla, farklı düşüncedekilerle etkileşmekle, önyargısız söyleşmekle, en nihayet adilane bölüşmekle mümkündü ki bunlar da bize uymadı. Tarım toplumunun arazi kavgası kültürüyle elde bıçak-tabancayla huzur içinde yaşamak mümkün olmuyor!
Evet, neleri sevmemizi, neleri sevmememizi, neleri görmemizi, gördüklerimizi nasıl anlayıp anlatacağımızı, yanlış(!) anlarsak onu nasıl düzelteceğimizi öğreten körler rehberiydi ideoloji. İnsani duygularımızdan kuvvet aldı, bizi insanlıktan çıkardı! Yaşanan felaketler birer oyun, vurulanlar oyuncak çocuklar değildi.
Sembollerin oltaların ucuna takıldığını, “büyük” ülkülerin büyük fenalıklara yol açacağını bilemedik. Yağmalandık!
Prof. Dr. Rüstem Aşkın.
Yüzyılın Hikayesi (Kitap)
Değerli hocam,
Yazınızı 3 kez okudum.Öylesine duygulandım vede acı anılar gözümde canlandıki,hüzünlendim,gözlerim doldu.Heh işte aynı,doğru ve hatta eksik dedim.Çok zor günlerdi.Halen geceleri yatağımdan çarpıntı ile kalkarım çünkü rüyamda geçmiş olayları yaşarım.Sanırım travma bu olsa gerek.Ya bugün ? Yaş 65 cocukluğum hariç gerçekten gün yüzü görmedim,görmedik.Evet yakında gidiyorum ama gözlerim açık.Torunuma bakıyorum içim acıyor.Suçluyuz diyorum özür diliyorum.
Sevgiler
Cevabınız çok anlamlı ve duygulu Alp bey, selam ve saygılarımla.